.

Related Posts with Thumbnails

28 Ağustos 2009

lord of the flies

vakti zamanında bu filmi arkadaşlara överken, dalga geçerlerdi lord of the rings çakması amerikan komedi filmi diye. lakin gördüler ki öyle değil, hiç değil. aynı zamanda bi kitaptı da bu, adamın adını wiki'den bulup yazayım herkes öğrensin; william golding . ayrıca bu kitapla nobel ödülünü de almış bey amca.
film, bir adaya düşen 20 çocuğun bir anda kutuplaşması ve vahşileşip birbirlerini öldürmelerini konu alıyor. özellikle yukarıdaki şişman gözlüklü çocuğa sarışın çocuk tarafından yapılanlar ve onun ölüm biçimi gerçekten sarsıcı, gece karanlıkta ellerinde mızraklarla herkes buna saldırıyor, sonradan ne bok yediklerini fark ediyorlar. insanların içinde her zaman bir kötülük olduğunu ve bunun sadece bastırıldığını söylüyor film, elbette güce tapmayı da.
adını hatırlayamadığım sarışın çocuk kötülüğü yani şeytanı temsil ediyor, ve yandaşları çokça oluyor, ölen şişko çocuğun isa, ve bu tarafın - yani iyilerin tarafının- başında olan elemanın - ki kendisi üstteki fotoğrafta en öndekidir- ise tanrı olduğu söyleniyor. düşününce oturuyor epey. herkes beraberken bi anda ayrılmalar ve ölümler..
sineklerin efendisi.

eraserhead

bir şey diyemediğim film. bukowski'nin favorisidir, kubrick ise david lynch'e bebeği nasıl yaptığını öğrenmek için para bile teklif etmiştir ama cevabını alamamıştır.
bu kadar.

26 Ağustos 2009

filler ve çimen




bir derviş zaim filmi.
filmin kadrosuna bakıldığında kalitesi de bir şekilde anlaşılıyor, haluk bilginer, sanem çelik, ali sürmeli, bülent kayabaş.. diye gidiyor. filmin kurgusu ise devlet-mafya-terör arasındaki bağlantılar üzerine kurulu.
ben filmi beğendim ama sanki biraz karman çorman olmuş, yani tamam güzel ve doğru şeyler anlatmaya çalışıyor ama o kadar fazla şey anlatıyor ki, hiçbir şeyi tam olarak anlatamıyor. filmdeki zx oteli, normal hayattaki tarabya oteli, çok da temiz bir mazisi yokmuş yeni öğrendim ben de. olay kısaca şöyle, bu oteli almak isteyen adam -ki kendisi haluk bilginer- oteli alamayınca sahibini öldürtür, bundan kimsenin haberi yoktur. sonra otelin sahibinin oğlu oteli korumaları için teröristlerle işbirliği yapar, bu sırada bakan'ın -bülent kayabaş- karıştığı uyuşturucu olayları da var. tüm bunların yanında ise kardeşi güneydoğu'da gazi olan ve onunla yaşayan havva -sanem çelik- var.
filmin sonunda en son ezilen yine bu ikisi oluyor tabi ki, kardeşi ölüyor havva'nın, dolayısıyla havva da. sonuçta filler oynaşırken olanlar çimenlere olur. bu arada aralara sıkışmış birkaç detay var, birincisi arada gösterilen havva'nın otelin sahibinin oğluyla öpüşüyor olduğu, ki bu gerçek midir yoksa platonik bir şey mi vurgulanıyor tam emin değilim, platonik olabilir çünkü çocuğun eşcinsel eğilimleri olduğunu da öğreniyoruz ilerde, diğeri de havva'nın kardeşinin askerlik fotoğrafında yanındakinin camoka oluşu. burası epey az gösteriliyor.
filmin sonundaki camoka'nın uyuşturucuyu elinden bırakıp tüm şehrin karla kaplanması ise, bence klişe değil güzel olmuş. sadece bir benzerlik değil bence burda anlatılmak istenen, bunca şeyler dönüyor yanıbaşınızda ve siz uyutuluyorsunuz denmek istenmiş sanki. sonuç olarak türk sineması için güzel bir yapım, dobra en azından. hiçkimsenin temiz olmadığını ve en sonunda olanın hep masum insanlara olduğunu anlatıyor.
evsiz/tutulan mahkumlardan birine adını sorunca onun "hızır veli" deyişi ise belki de en güzel yeriydi filmin, bunu da belirteyim.
hızır veli.

oyunlarla yaşayanlar




servet: çünkü şimdi bütün gençler sanata karşı. kendini genç sananlar sanata karşı.
herkes sanata karşı. önce şiirden anlamı kaldırdılar, sonra müzikte melodiyi öldürdüler.
ya resim? çizgi çizmesini bilmeyenler hemen meşhur oluyorlar. sanatı öldürdüler!
emel: onun da pek yaşamaaya niyeti yokmuş demek ki.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
coşkun: ...sanki bu adam daha önce çok başka bir iş yapıyordu. son günlerde herkesi birbirine karıştırıyorum zaten.
saffet: oyun yazmaktan olmuştur.
coşkun:belki de karıştırmıyorum. belki de insanlar aynı oyunları oynuyorlar, hayatları birbirine benzer oyunlarla geçiriyorlar.
saffet: ama biz başkayız, değil mi?
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
coşkun: emekli tarih öğretmeni, oyun yazarı
cemile: coşkun'un eşi
ümit: coşkun ve cemile'nin oğlu
saadet nine: cemile'nin annesi
emel: tiyatro oyuncusu
saffet: tiyatro oyuncusu, coşkun'un en yakın arkadaşı
servet: tiyatro sahibi
hikaye coşkun'un emekli olduktan sonra bir türlü sonunu getiremediği oyunların, servet-saffet-emel üçlüsü tarafından fark edilmesi ve bundan aldığı gazla coşkun'un ve hayatındakilerin hayatının değişmesini ve nihayet sonlanmasını anlatıyor.
oğuz atay kitaplarındaki "tutunamayanlar", arada kalanlar üzerine bir oyun, sergilenmesi de hayli sancılı geçmiş. önce kenterler oyunu sevmemişler, sonra oğuz atay değiştirmiş geri yollamış yine beğenmemişler, en sonunda oyunu devlet tiyatrolarına vermiş atay, oradan da bir sene boyunca ses çıkmayınca, ölmeden önce yakın arkadaşına oyunu geri çekmesini söylemiş ve nihayetinde oyun sergilenmiş öldükten sonra da olsa.
hikayeye geri dönersek, saadet nine cemil paşa'yı bekliyor sürekli ve oğul ümit ile saffet-coşkun ikilisi sürekli saadet nine'ye oyun oynuyorlar, ümit paltosunu giyiyor ve cemil paşa oluyor, hatta bu sayede evden kaçan saadet nine geri döndürülüyor, tabi bu sayede demek ne kadar doğrudur bilmiyorum çünkü evden gitmesinde de cemil paşa'ya duyduğu özlem yatıyor biraz da. coşkun oyunlar yazmaya devam ediyor, servet - tiyatronun sahibi- yerli oyuna ihtiyaçları olduğundan bu hikayelere önem veriyor. bu da coşkun'un daha da gaza gelmesine ve ailesinden kopmasına neden oluyor çünkü bu arada oyunlar içinde yaşarken emel ile de yakınlaşıyor. ve evden gitmeye karar veriyor.
bunu birkaç defa denese de en sonunda gidiyor evden, saadet nine öldükten sonra, emel'e gidiyor, emel pek gönüllü olmayınca tiyatroya gidiyor, sahnede saffet varken ben burada ölmeliyim, tüm tiyatrocular gibi sahnede ölmeliyim! diyor ve ölüyor.
saadet nine öldükten sonra, coşkun'un konuşmaları bence oyunun en güzel yerleri. eylembilim'de de benzer şekilde bakılmış olaya, ölümle iç içe yaşamamız ve bundan dolayı çok sarsılmamamız için saadet nine'yi bahçeye gömmeyi öne sürüyor ve diyor ki; " bizim sokaklarda da şöyle iki hanelik şirin bir mezarlık olsaydı...ve her gün işimize giderken kavuklu ya da sarıklı bir mezar taşıyla merhabalaşsaydık...ve çok ihtiyar bir kadının çok gecikmiş ölümü bizi böyle sarsmasaydı".

25 Ağustos 2009

üç maymun



üç tane afişi vardı bu filmin, en uygununu bu gördüm.
nuri bilge ceylan filmlerine pek alışık olmayanlar için çekilmez olabiliyor bu film, olduğunu gördüm oradan biliyorum. benim nuri bilge ceylan filmlerinde en sevdiğim şeyler, diyalogların doğallığı ve elbette fotografik görüntüler. bunları aldığım zaman yetiyor bana açıkçası çünkü ortaya görsel bir şov çıkıyor resmen. bunda elbette nuri bilge ceylan'ın fotoğrafla olan ilgisini göz ardı edemeyiz. daha fazla fotoğraf görmek isteyenler için; http://www.nuribilgeceylan.com/ .
filmdeki tek müzik, evin annesinin telefonunun melodisi, o da yıldız tilbe. sanki koca filmde müzik olsa bu kadar etkili olmazdı gibi, o arabesk yaşam, kocası - yavuz bingöl- hapisteyken siyasete atılan adamla beraber olmak, sonra adamın kadını terk etmesi ve adamdan kopamayan bir anne. nereden bakarsan bak, yıkık dökük bir aile var bize sunulan. çocuğun okulu sallamaması, kavga etmesi, ölen bir küçük çocuk, hapisteki bir baba, aldatan bir anne, parasızlık.. bunların hepsinin üstüne bir de filmdeki o kaotik hava eklenince buhranlar basıyor bünyeyi, ki bence asıl istenen de buydu. işbu sebepten dolayı aksiyon isteyen, milyon dolarlar harcanmış görsel şölenler bekleyenler bu filmde istediklerini bulamadılar, ziyan değil.
üç maymun; görmedim, duymadım, bilmiyorum. siyasete girmek üzere olan birisi tarafından öldürülen biri var, paraya ihtiyacı olan bir aile babası, ve kalacak yere hasret çay ocağındaki garson. her cinayet bir alt tabakadakine kalıyor, her daim ezilen çimenler oluyor. ve evet dün filler ve çimen'i izledim.
diyaloglar ve oyunculuk o kadar doğal ki, sanki kamera yok gibi, yaşananlar da bir o kadar gerçek işte, çaycı çocuk ve hayatı ile ilgili en güzeli şurada anlatılmış durumda zaten; http://www.cs.rpi.edu/~sibel/poetry/poems/edip_cansever/cagrilmayan_yakup.html .

toza sor





arturo bandini!

çoğumuz fante'yi charles bukowski ile tanımışızdır, malum serserinin tanrısı hani..bukowski'nin en sevdiği kitaptır toza sor, en sevdiğidir arturo bandini! pisliktir arturo, serseridir, takıntılıdır, sarhoştur, bukowski'dir.

kitabı okumayanlar filmini belki hatırlayabilirler, colin farrell ve salma hayek oynamıştı. gerçi ben filmi izlemedim ama ne filmden ne de kitaptan haberiniz yoksa, üşenmeyip kitabı okumanızı tavsiye ederim. çoğu kişi gibi benim de okuduğum ilk fante kitabıydı toza sor, sonraları iyice içine girdik tabi arturo'nun.

bu kitap için daha uygun bir isim gelmiyor aklıma, öyle güzel oturuyor ki, onu toza sor. arturo'nun camilla'ya vuruluşu, ona deliler gibi aşık olmasının sonucu (!) sürekli hakaret etmesi, tozlu yollardan beraber geçmeleri. camilla'nın yine tozlu ayakkabıları. her şey, her şey tozlu, toza sor'da. camilla'nın başka birine vurgun olması ve arturo'nun bunu bile bile ondan kopamayışı, tozun altına gömülmesi, bunlar hep bandini'nin obsesifliği, oysa ki bırak, git be adam.

git be adam, diyorum ama seni tanıdıkça gidemezsin onu da biliyorum. arturo'nun şu sözüyle bitirelim post'u;

tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama nietzsche'yi okudun mu? ne kitap...

eylembilim



<<
evde osmanlı, okulda avrupalı. sonra benim gibi samimiyetsiz insanlar yetişiyor.
>>
arada kalmış server gözbudak'ın hikayesi. oğuz atay'ın tamamlayamadığı kitabı. hikaye kısaca şu, vakti zamanında eylemlerde yer almış solcu, şimdinin matematik profesörü server gözbudak birgün bölüm başkanının hastalanması üzerine onun yerine derse girer. derste üniversite arkadaşı murat ikinci'yi görür. murat ikinci zamanında eylemlere karıştığı için okuldan atılan bir öğrencidir.
murat'ı görmesi server'de eski günleri, eski heyecanları tekrar canlandırır, bir nevi muhalif ruhun yeniden doğuşu diyebiliriz. ve bunun üzerine sağcı öğrenciler tarafından öldürülen cengiz vural ile ilgili öğrencilerle profesörler bir araya gelmişken, server sahneye çıkar ve öğrencilerden yana olup, cengiz vural'ın bahçedeki anıtın altına gömülmesine destek verir, bunun en azından yönetim kurulunca değerlendirilmesi gerektiğini söyler. bunun üzerine yönetim kuruluyla arası iyice açılır, dekandan sert sözler gelir.
server gözbudak cengiz'in bahçeye gömülmesinin, ileride sağcı ve solcu gençlere bir öğüt olabileceğini düşünür, nasıl tartışmalar yaşanırsa yaşansın, 20 yaşında birinin öldüğü/ölebildiği gerçeğini görmeleri gerektiğini savunur ve bunun üzerine olaylar gelişir.
server'in muraT'la eski günlerde beraberken, yoluna devam etmesi onda biraz suçluluk ve mahçubiyetlik bırakmıştır elbette, tutunamayanlar'ı bir şekilde görüyoruz burada açıkçası. bir yandan avrupalı, bir yerde gelenekçi olmaya çalışan ve bunun sonunda ortada kalan bir yaşam var. beethoven dinledikten sonra, rakı içilen yerde yabancılaşma gibi.
kitaptaki konular hala daha güncelliğini koruyor, bugün dahi aynı olayları görebiliyoruz, eleştiriler uzak gelmiyor.

gemide




<<
bir memleket gibidir gemi.
>>
ya şimdi çok kötü şeyler söylemek istemiyorum lakin gerçekten izlediğim en kötü filmlerden birisiydi. bunca yıl izlememiş ve hiç bir şey kaybetmemişim onu gördüm. yönetmen serdar akar'ın ne yapmaya çalıştığını hiç bilmiyorum, anlamlar yüklemeye çalışmış ama olmamış, küfürle ve "bir memleket gibidir gemi" söylemi ile film anlamlı kılınır mı? sanmıyorum.
ekşi'deki ve bilimum yerdeki yorumlara bakınca da sorunun bende olduğunu düşünmeye başladım, bir tane olumsuz eleştiri yok, oskar almalı diyenlerden tutun erkan can muhteşem oynamış'a kadar her şey mevcut. yahu ben mi başka film izledim bilmiyorum, diyaloglar oyunculuklar o kadar yapmacıktı ki bunaldım artık izlerken, hele o kıza atılan tokat vardı sonra, orada aha şimdi tam oldu dedim, sakil sakil böyle. ayrıca erkan can'ın en iyi performansının bu olduğunu düşünenler, başka filmlerini izlememişlerdir diye tahmin ediyorum. zaten yapı olarak küfüre bayılan bir toplum olmamız da insanları filme bu kadar bağlamış olabilir, evet güzel küfürler vardı, onların dışında da tek bir şey yoktu.
işte o güzel kısımlar;
- bu cigarayı, acımam, sana değil cigaraya acımam, sokarım götüne
-ooofff kafamda filler sikişiyor...
- nerede kalmıştık? - sen ağzına vermiştin abi? - bitmiş ulan hikaye!!!
- adamın götünden kan alırlar kamil kan!
bu kadar.

23 Ağustos 2009

julia dream

<<
julia dream, dreamboat queen, queen of all my dreams every night i turn the light out
>> özenle sardığı sigarasından bir nefes aldı julia, masasının üstüne düşen ufak ışığa doğru üfledi, izledi. sonra bir kez daha, daha derin nefes aldı, üfledi. üfledi dediysem hızlıca değil, yavaş yavaş.. hatta bir keresinde ağzını açtı duman hafifçe dışarı çıktı, kafasını geriye attı, duman havada kaldı, ışıkla savaştı. bunu tam beş defa yaptı. kafasını geriye attı demiş miydim? kafasını geriye attı. tavan koptu, gitti. yıldızlar geldi, elini uzattı yıldızlara, yetişemedi. sandalyenin üstüne çıktı julia, bir kere daha denedi, yetmedi. üstüne tabure koydu, yastık koydu, yine yetmedi. kitaplıkta fante'nin yanında duran tozdan aldı biraz, onu koydu, olmadı. aşağıya indi, dolabını açtı, kırmızı yırtık hırkasının içine saklanmış hüznü aldı bu kez. julia bir daha denedi, az kalmıştı. hüznü alıp, hırkanın içine geri gömdü, orada yeri yoktu, öyle yeri yoktu. masasına doğru yürüdü sonra, kurşun kaleminin içinden şiiri aldı, en üste koydu. artık çok yakındı, öyle yakındı ki yıldızın soğukluğunu parmak uçlarında hissediyordu. ellerini göğsüne soktu, iki yana çekti, parçaladı, aşk'ı aldı, nihayet yıldızlara değdi. tutundu, yıldızın üstüne çıktı. julia aşağıya baktı, sözcüklerden oluşan buluttan başka bir şey göremedi. öyle ki julia konuşulan her şeyin kelime kelime gökyüzüne çıktığına ve orada bir yerlerde kaldığına inanırdı. işte şu köşede "seni seviyorum" vardı, bu köşede "senden nefret ediyorum", hemen yanında "ama neden?", onun karşısında "julia dream". ve daha binlercesi.. julia köşedeki ışığı aldı avucunun içine, sıktı sıkıca, öyle sıktı ki kılıç gibi keskin ışık hüzmeleri ellerine battı, kesti. kanı aktı julia'nın, ışık gitti, üzerime yağmur diye yağdı.

old and wise

merhaba, bir şapşal konuşuyor. merhaba, bugün öldüm. öyle korkulacak bir şey değil-miş, bugün öldüm. yanımdaydı, sustum. odadaki ufak pencereden güneş içeri sızıyordu, gözlerimi kıstım, ışık, onlarca kılıç gibi delip geçiyordu camdan süzülerek. ellerimi kafamın arkasında birleştirdim, güneşin aydınlattığı odada fotoğraflara baktım, kimi parlıyor kimi ise parlamaması gerektiği için parlamıyordu. en siyah beyaz fotoğrafın üstünde bir kelebek vardı, kanatlarını kapatmış hiç hareket etmeden duruyordu. yataktan doğrulup kalktım, kelebeğe güzel bir parça armağan ettim, old and wise. fotoğrafın önüne geçip diz çöktüm, şarkı başladı. <<
as far as my eyes can see there are shadows approaching me and to those i left behind i wanted you to know you've always shared my deepest thoughts you follow where i go >> kelebek gözlerini kırptı, kanatlarını hafifçe açtı. kahverengi görünen kapalı kanatlarının altındaki muhteşem renkleri gösterdi. izledim, şarkı bitti. pencereyi iyice açtım, perdeyi sonuna kadar araladım, dolaptan absinthe aldım, iki kadeh doldurdum. şarkıyı tekrar açtım, pencereyi açtım, istersen git istersen tek gününü beraber geçirelim dedim. durduğu yerde kanatlarını çırptı, gitmek istiyormuş ama gidemiyormuş gibi geldi, kenara çekildim gökyüzünü görsün diye. kalmak istiyorum dedi, kadehinden bir yudum absinthe içti. bir gün yaşıyorsun, keşke daha fazla yaşayabilseydin dedim. güldü eliyle burnunu kaşıyıp, bu çalan viktoria tolstoy mu dedi? evet dedim. büyük büyük dedesi güzel söylemiş; herkes dünyayı değiştirmeyi düşünüyor, ama kimse kendini değiştirmeyi akıl etmiyor, bir gün yaşamıyorum ben dedi. derin bir nefes alarak devam etti; herkes öyle sanıyor, uzun zaman yaşadım, daha yüksekleri görmem gerektiğini düşünüp kozamı ördüm. kendi içimdeydim, daha yukarıdan görmem lazımdı her şeyi, kapattım kendimi dışarıya, durdum, insanları dinledim, güzel müzikler çaldılar. sonra büyüdüm, bir gün değiştim. gözlerimi açtım, yükseldim, önce okyanusları geçtim, sonra bir kaplumbağanın kabuğunda dinlendim. güneş vardı, tekrar yükseldim. gemilerle yarıştım, küçük kara balık'ları gördüm, daha zamanları vardı. palmiyelerle kaplı adalara gittim, yavaş yavaş yol alan tırtılları gördüm, tanımadılar. sonbahardı. <<
and oh when i'm old and wise bitter words mean little to me
autumn winds will blow right through me
>> çok mevsimler geçti dedi bir yudum daha alarak. gözlerini kıstı, bir defasında buzullardan geçerken, çok yoruldum dedi. öyle çok yoruldum ki, kanatlarımı çırpacak gücüm kalmamıştı. yere inip dinlenemedim, ince ayaklarım buza yapışır diye. sonra denizden bir kaplumbağa çıktı, uçuyordu. yanıma geldi, kabuğunda dinlendim, çok yol gittik, mevsimler değişti.. öyle çok yol gittik ki her defasında, yanından geçtiğimiz bulutlardan oluşturduğumuz hikayeler tükenmişti. masmavi gökyüzü vardı artık, gözlerimi kıstım, ince bir su damlası gibi süzülüyordu yeryüzüne. benim gitmem lazım zamanım geldi dedi uçan kaplumbağa, alçaldı, denize bıraktı kendini, güneş parıldadı üstünde. onu tanıyor musun dedi alçalırken, güldüm. <<
and someday in the mist of time when they asked me if i knew you i'd smile and say you were a friend of mine and the sadness would be lifted from my eyes
oh when i'm old and wise
>> sonra hava karardı, yağmur yağdı, rüzgar bana doğru esiyordu. görebildiğim kadarıyla pek göremez olmuştum, her tarafımda gölgeler vardı, oyunlar oynayan. sanırım gidiyorum dedim, sizi seviyorum. <<
as far as my eyes can see
there are shadows surrounding me
and to those i leave behind
i want you all to know
you've always shared my darkest hours
i'll miss you when i go
and oh, when i'm old and wise
heavy words that tossed and blew me
like autumn winds that will blow right through me
and someday in the mist of time
>> seni seviyorum dedi kelebek bana. o yağmurlardan geçtiğini ve tekrar bembeyaz bulutlardan hikayeler kurduğunu anlattı bana. sonra öldü. <<
when they ask you if you knew me
remember that you were a friend of mine as the final curtain falls before my eyes
oh when i'm old and wise
>> merhaba, bugün öldüm. öyle korkulacak bir şey değil-miş, bugün öldüm.

21 Ağustos 2009

beyaz geceler




<<

yoksa o, bir anlık da olsa,

senin gönlüne yakın olsun diye mi yaratıldı??
>>
ivan turgenyev

beyaz geceler'i dostoyevski başlığı altında ele almamamın bir nedeni var elbette. okuduğum kitaplar arasında en vurucu olanıdır belki de beyaz geceler. hikaye biraz klasik ama öyle bir vuruyor ki, vuranın dostoyevski olduğunu anlamak güç olmuyor.
dostoyevski'nin yazı tarzında bu var, yani öyle bir yerden giriyor, öyle ince noktalarına kadar biliyor ki seni, hem buna şaşıyor, hem de kendine bile itiraf edemediğin "gerçeklerini" yüzüne vuruyor. romanımızın kahramanı, elbette st.petersburg'da - rus romanlarında her şeyin burada geçmesine şaşmamalı-, nastenka'yı görüyor bir gece dışarı çıktığında, nehir kenarında ağlıyor nastenka, ağlıyor dediysem sessiz sessiz değil, hıçkıra hıçkıra. kahramanımız - ki adını hatırlayamıyorum, sanırım romanda da geçmiyordu, yanılabilirim yine de- nastenka ile tanışıyor o gece, tam 4 gece bulutların üstünde uçuyor. nastenka ile konuşuyorlar, birbirlerine hayatlarını, kimseye söylemedikleri sırlarını anlatıyorlar, kahramanımız tam 4 gece bulutların üstünde uçuyor.
fakat her şey her zaman güzel bitmiyor, sonunda nastenka yıllardır haber beklediği sevgilisinin ayak seslerini yine bir gece kahramanımızla otururken duyuyor. gidiyorlar, kahramanımız bir ömür bulutların altında eziliyor.

camel




blog yapıp da camel'dan bahsetmemek olmazdı.
çoğu kişinin camel denince aklına sigara geliyor elbette, yok abi muhteşem bi grup o dediğinizde de deve diye grup mı olur ya diyorlar. bunu yapanlar var. o bakımdan bir kez daha vurgulayalım önemini sevgili camel'ın.
şimdiye kadar çıkardıkları albümler şu şekilde;




hepsini tek tek yazıp yorumlayacak değilim elbette ama çok özel olan albümler var. stationary traveller, rajaz ve sadece ice için bile muhteşem kabul edilebilecek i can see your house from here. yukarıdaki resim bu albümün kapağına ait, dindar kesimden elbette tepki görmüşler bunun yüzünden.
andrew latimer'i illa ki ileride detaylıca inceleyeceğimdir ama burada da bir şeyler söylemek gerek, camel'ın her şeyi desek yeridir latimer için. pan flüt olsun, ağlayan gitarlar olsun, yer yer klavye olsun, her türlü şey var adamda. işin en güzel tarafı belki de camel'ın "underrated" oluşu. yani aynı dönem olmalarına rağmen pink floyd'un sahne şovları ve yaptıkları her şey bu denli gündemde iken camel sessiz sakin bir şekilde müziğini yapmaya devam etmiş.
progressive müziğin en karakteristik özellikleri camel'da vücut bulmuş sanki. bir lady fantasy var mesela, şarkının içinde kaç ayrı melodi olduğunu ben hala çözemedim ve fakat bu şarkıyı daha da özel yapan şey andrew latimer'in aradaki soloyu atarken ağlaması. bildiğin hüngür hüngür ağlıyor adam ve i love you diyor en sonunda. burdan da görülüyor ki camel duygu üzerine kurulmuş bir grup, her şarkısı, her solosu, her notasında hissedilebiliyor o. o gitar ağlıyor, tuzlu sular her yerimizi ıslatıyor. bu da bana en fazla ice'da geliyor. 10 dakika süren bir enstrümantal şarkı ice, tanımlamaya gücüm yetmiyor, sadece büyüleyici.
air born - ki o girişteki flüt adamı yer bitirir-, stationary traveller, you are the one, rajaz, lawrance, never let go, freefall... böyle gider.

20 Ağustos 2009

la science des reves




rüya bilmecesi.
fransız yönetmen michel gondry'nin filmi. çıkaramayanlar için eternal sunshine of the spotless mind'in yönetmeni diyelim, bilmeyen kalmaz.
film türkçe'ye rüya bilmecesi diye çevrildi. Stéphane ile Stéphanie arasında geçiyor hemen hemen tüm hikaye. Stéphane rüya ile gerçeği birbirinden ayırt edemiyor ve bir müddet sonra Stéphanie ile beraber kurdukları hayal içinde yaşıyorlar, orman yapıyorlar, kayık yapıyorlar ve en son atlarına binip gidiyorlar. tadı damağınızda kalan filmler olur ya, işte rüya bilmecesi tam da o film.
bu güzelliği daha fazla tanımlamayacağım, şiddetle tavsiye etmeyi bir türlü anlamlandıramadığımdan sadece izlemenizi istiyorum. bu kadar.

19 Ağustos 2009

masumiyet




-çocuk neden sakat abi?
-doğuştan... doğuştan denmez aslında. hamileyken babasından ağır bi dayak yemiş. 
-babası nerde? 
-sinop’ta 
-hapishanedeki? geçen gün uğur ablayı hapishaneye giderken gördüm... 
-sevgilisi... 
-onun için mi bu şehirdesiniz? ha? 
-uzun hikaye karışık...
bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı’da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan... bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. (burda müzik girer) bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa? hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder. dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagor’a kesikmiş. zagor’da kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar’a; benim içimde bi sıkıntı. işi anladım tabii: zagor’u ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunnar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle... önce öldü dediler zagor’a, sonra komalık. ankara’da oluyor bunnar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornaya değmiş gibi oldu. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat... ama bu sefer başka güzel orospu. oranın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor’a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya bizde, “nasıl?” diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! işte o gün bu günden beri bu orospuyla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor’a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden... önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu durmuyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına. gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor’a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. n’aptı buna annamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul’a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile... beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, ohh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişe demiyo. sinop’ta oluyo bunnar. ben de döndüm istanbul’a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o haliyle kalk git sen diyarbakır’a, üç gün ortadan kaybol... herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden. sonra çocuğu doğuruyo. uzun zaman anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır’a, zagor’un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul’da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor’un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daa açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır’a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır’dayım. bi soruşturma... kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişe demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte

rimbaud'ya akıl notları





küçük iskender'in şiir yazan hemen herkesi eleştirdiği kitap. şiir yazmaya başlayanlar için belki yön gösterici olabilir ama, bana biraz okuyucuyu kandırmakmış gibi geldi küçük iskender'in yaptığı. kitabın adı rimbaud'ya akıl notları.. rimbaud ile ilgili neredeyse tek şey, her bölümün sonunda aklında olsun rimbaud! muadili cümleler. evet gençlere yön gösterebilecek bir kitap olabilir ama rimbaud'ya dair her şeyi okumak isteyen kişiler için biraz tuzakmış gibi geldi gözüme.
buna karşın güzel yerleri yok değil;
"beni önemsersiniz ya da adımı bile anmak istemezsiniz; benim sizinle olan kavgam bir sokak kavgası değildir; bunu bilin yeter. ben sevdiğim insana vururum. ben sevdiğim insanı yıpratırım. onu şekillendirmem. olması gerektiği yeri korumasını, kollamasını isterim. derdim de budur. umarım, anlaşılıyor."
" çok kelime, gürültü de olabilir, orkestra da. az kelime pısırıklık da olabilir, resital de! "

into the wild

<<
kuklayım ben kuklayım annem giydirdi beni babam boyadı yüzümü öğretmenler doldurdu içimi her şeyi onlar öğretti işe ne zaman gideceğimi ne zaman işten çıkacağımı kaç paraya çalışacağımı onlar öğretti bana kuklayım ben kuklayım oyumu kime atacağımı akşam kaçta yatacağımı çişimi nereye yapacağımı ne zaman güleceğimi nereye gömüleceğimi yalnız bir şeyi unuttu bunlar ipler kimin elinde? ipler kimin elinde?
>>>

dikiş nakış



Başka bir iran. mümkün. 69 doğumlu marjane satrapi'nin artık herkesçe bilinen persepolis'ten sonraki kitabı.iran'lı aydın kadınların kaderi bu sanırım. evlilikleri bir türlü düzgün gidemiyor, hemen bitiyor ve geride gözü yaşlı olarak kalıyorlar. füruğ da aynı şeyi yaşadı, şimdi marjane satrapi, en azından bize olumlu olarak yansıyor bu, ne kadar insancılsa artık! evlilikten girdim çünkü dikiş nakış tamamen kadın-erkek ilişkileri üzerine kurulu bir kitap. Semaver'de demlenen çayın kokusu gelir arada burnunuza ve orada kadınlar arasındaki onlarca erkek profili. kimisi hayatında hiç sevişmemiştir, kimisi dört çocuk sahibi olmasına rağmen "penis" görmediğini iddia etmiştir, kimi kandırılmış kimi kandırmıştır.
farklı bir iran var bize sunulan, bekaretin eskisi kadar önemsenmediği bir iran hayali belki de.. ama hala önemseyenler için kalçaya sıkıştırılmış jilet ile kan akıtıp bu sorundan kurtulmanın da yolları sunuluyor. öyle pek okunup geçilecek bir kitap gibi değil, persepolis'te olduğu gibi baskıcı rejimin burada da belirtileri görülüyor.
konuşmalar arasında yurt dışına evlenerek gitme olanağı bulunan kıza, "neden gitmedin, ne güzel özgürce saçın açık dolaşabilecektin?" deniyor. bir oturup düşünmek lazım.

biliş

ester'in en güzel söylediğidir..
ve hemen gidemedim ve artık gidemedim ve sonra hiç gidemedim kurtuluş'ta, son durakta bir tramvay ölüsü sanki ben öylece kalakaldım hepimiz kalakaldık elimizde tetiği çekilemeyen namlusu yönsüz bir tabanca gibi.
edip cansever.