.

Related Posts with Thumbnails

24 Nisan 2010

siyah beyaz


çok çok güzel bir film. sanıyorum ki yönetmen ahmet boyalıoğlu'nun ilk filmi bu, kendisiyle yeni tanıştım. konu siyah beyaz adındaki bir barın -ki ankara'da varmış böyle bir yer, ve ben ankara'yı hiç sevmem!- kapanış kararı üzerine gerçekleşenlerden ibaret.

beş yakın arkadaş, her zaman bu bara takılırlar, sahibi de burada kalmakta ve 24 senedir burayı işletmektedir ama her insanda olduğu gibi onda da kaçmak isteği baş gösterir ve bodrum'a gitmek için barı kapatmaya karar verir, en nihayetinde bu gerçekleşmez elbette. afişi görenler ezel'deki ramiz dayı değil mi lan bu diyebilirler, biraz kulakları kapatmak lazım sanırım bu konuda, neyse tuncel kurtiz iyi.

filmin ilk sahnesinde yere çakılan adam ve adamın yanına koşan kız arkadaşının yapmacık hüzünlerini görünce şimdi battı film diyorsunuz ama o amatörlük sonra geçiyor, o sahneyi de yalnızca doktora, başka birine aşık olduğu söyleyen karısı yüzünden biten aşka yoruyorum yoksa hayli havada kalıyor. içinde bin küsür tane siyah beyaz fotoğraf olan bir barda geçiyor hemen hemen bütün hikaye, fakat erkan can'ın yirmialtı yıl sonra gördüğü ve cüzdanında fotoğrafını sakladığı eski kız arkadaşını görmesiyle hafif depresif bir hal alıyor.

son zamanlarda izlediğim en güzel filmdi siyah beyaz, daha dün gösterime girdi, koca bir salonda üç kişi izlemek de ayrı bir keyifti tabi. bir de şevval sam'ın ne kadar güzel olduğunu bir kez daha görüyoruz, sigarasının tütününü sarması, doktor'a barda herkes gittikten sonra seni bu gece canım çok çekti be doktor demesi, her yönüyle çok güzeldi.

sevgili milena


yine mektuplardan gidiyoruz. öldürdüğümüz mahremiyetlerin haddi hesabı yok.

malum kafka'nın, çevirilerini yapan milena'ya aşık olmasının tüm evrelerini gördüğümüz mektuplaşmalar bütünü kitap. o koskoca franz kafka'nın ezilip büzülmesi, çaresiz kalması. öyle bir durumda kalması ki, bunu şöyle söylemesi; odamdaki ekmek kırıntılarını kapmaya gelen serçeye benziyorum.

milena evlidir, kafka ise nişanlı. milena iki aşk arasındadır, kafka ise pek değil. ama milena'nın kocasını sevmesini de anlar, bir insan iki kişiyi aynı anda sevebilir değil mi?

her gün yazılan mektuplar, aşk'ın ne kadar imkansız  ve sınır tanımaz olduğunu gösteriyor, her şey değişiyor. kafka mektup gelmeyince batıyor, gelen mektupları göremediğimiz için tam da çözemiyoruz cevapları ama kafka yine dediği gibi, giden her mektubu, açmadan, okumadan, kapalı olarak veriyor milena'ya, kendini verdiği gibi. daha önce de dedik ya, mektuplar özel, özel yanlışlarla dolu, bir edebi eser değil sonuçta, ya da öyle mi? bilmiyorum. ama milena'dan gelen mektuplardaki kafka'ya eksik gelen yerler hakkında kafka şöyle söyler; "iyi yazılmış, içten yazılmış ya, gene de eksik bir yanı var. bu eksiklik olmasaydı, mektuplar daha mı içten olurdu diyeceksin? ummam belki de tersi olurdu."

son olarak, her mektubun sonuna "senin franz k." yazan kafka gün gelir, " senin... (adımı da yitirdim! küçüle küçüle "senin" kaldı yalnız)" der.

17 Nisan 2010

vercoquin ve plankton


boris vian'ın ilk romanı vercoquin ve plankton. günlerin köpüğü gibi bir masaldan sonra çok yavan kaldığını itiraf edelim, bir de ilk romanı olmasına verelim bunu.

kitap çok hızlı ve akıcı başlıyor fakat bu akıcılık yerini sıradanlığa bırakıyor -ki boris vian'da sıradanlığa hiç yer yok-. en başta kitabı elinizden bırakamayacağınızı düşünüyorsunuz ama sonra iş değişiyor ve fakat!

son otuz sayfada yine ters köşe oluyorsunuz, bir anda patlamalar, eşcinseller, her şey işin içine giriyor. öyle unutamayacağınız türden bir kitap değil, bir günlerin köpüğü hiç değil ama yine de boris vian işte. yeter bir yerde.

onüç günün mektupları


cemal süreya'nın 72 yazında eşi zuhal tekkanat'a yazdığı mektuplardan oluşuyor kitap.  hasta olan eşine kahvelerde, sokaklarda, boş masalarda yazılar yazıyor, moralini yüksek tutmaya çalışıyor. bu, yazarların sevdiklerine yazdıkları mektuplar hep garip gelmiştir bana, okurken de bir garip oluyorum. kendi özelleri bunlar ve sanki ben buna müdahalede bulunuyormuşum gibi geliyor.

bütün bu iki kişi arasında olan bitenlerin herkese gösterilmesi ne kadar doğru bilmiyorum bu yüzden, sanmıyorum ki onlar da istesinler bunların okunmasını başkaları tarafından. gelin görün ki okuyoruz, o yüzden sevmek ne uzun kelime!

03 Nisan 2010

kesişen yazgılar şatosu


kitap çok güzel, hikayesi çok orijinal.

bir ormanda kaybolan ve yolları bir şatoda kesişen insanların hikayeleri var kitapta. bu ormandan geçen insanlar konuşma yetilerini kaybediyorlar ve bir masanın etrafına oturup şatonun sahipleri olduklarını sandıkları adamların getirdikleri tarot kartlarını alarak kendi hikayelerini anlatmaya başlıyorlar.

her kartta yeni bir hikaye ve yol ortaya çıkıyor, çoğu zaman süprizlerle doluyor ortalık. kitabın bir güzel yanı, mevzubahis kartların sayfaların kenarlarında olmaları, böylece kartı görüp siz de hikaye kurabiliyor ya da var olan hikayenin içine girebiliyorsunuz. en nihayetinde herkesin hikayesi bir şekilde birleşiyor, tarot kartlarıyla haşır neşir olan birisi olsaydım muhtemelen daha farklı bakabilirdim olaya, bir de kartların resimlerinin siyah beyaz ve ufak olmaları yer yer dağılmalara neden oluyor. sıradan bir kitap değil, benim hoşuma gitti.