.

Related Posts with Thumbnails

29 Kasım 2009

ne gelir elimizden insan olmaktan başka

"
...
ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda
nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki
dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına
dedi ki: siz niye yoksunuz acaba
bilmem ki - doğrusu bilmiyorum - niye yokmuşum ben
sahi ben niye yokmuşum - öyle ya - elbette sordum ona
dedim ki - ne desem beğenirsiniz - iri bir top çekiyor gibi
bilardo masasından
dedim ki, falan filan..
...."

28 Kasım 2009

göğe bakma durağı




İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

27 Kasım 2009

wearing the inside out

cehennemde bir mevsim






"
anımsayabildiğim kadarıyla, eskiden, bir şölendi yaşantım açtığı tüm çiçeklerin, tüm şarapların akıttığı.
bir akşam güzelliği dizlerime oturttum. - ve acı buldum onu.
- sövdüm.
silahlandım tüzeye karşı.
kaçtım. ey büyücü kadınlar, ey mutsuzluk, ey kin, size emanet edildi hazinem. her insancıl umudu usumdan silip atmayı başardım. boğazlamak için onu yırtıcı bir hayvan sessizliğiyle her kıvanca saldırdım.
cellatları çağırdım ölürken tüfeklerinin dipçiğini dişlemek için.
afetleri çağırdım kumla, kanla boğulmak için. tek tanrımdı mutsuzluk. çamurlara uzandım. suç güneşinde kurulandım. deliliğe yanan bir oyun oynadım.
budalanın o korkunç gülüşünü taşıdı bana ilkyaz.
ve son falsomu da yapmak üzereyken, iştahımı belki de yeniden kabartabilecek olan eski şölenin anahtarını aramayı düşündüm.
iyiliktir bu anahtar. - belli ki düş görmüşüm, bu düşünce onu gösteriyor.
alnımı o canım haşhaş çiçekleriyle defneleyen iblisim haykırıyor: ''sen hep sırtlan kalacaksın...'', '' tüm iştahlarınla, bencilliğinle ve büyük günahlarınla ölümü haketmeye bak.''
ah! ölümden fazlasıyla aldım payımı: - ama, sevgili şeytan, senden tek dileğim, daha az öfkeli bir göz ve bu arada birkaç da gecikmiş küçük alçaklık. yazarın öğretim ve eğitim yetilerinden yoksun olmasını bilirim pek seversin, işte koparıyorum senin için şu birkaç iğrenç sayfayı lanetli defterimden."

mauvais sang



ona, "benimle gelecek misin?" diye sordu.
kızsa, ne evet dedi ne de hayır.
bu, kızların ve erkeklerin ayrılma şekliydi.

dağılgan



sesini söyle sesini
görünen ağzında yarı çıplak
seni sevdiğimin görünüşü gibi.

güzdü, yapraklar vardı
biz yitirmek için yaşadık bu ölmezliği
güzdü, yapraklar vardı
her bir bakışınla o şimdi
dağılan beni sevdiğinin dağılışı gibi.

26 Kasım 2009

2012




(bkz: yapma demiyorum hobi olarak yine yap)

her şeyden önce, filmin daha ilk sahnesinde istediği yemeği yapan kadına "i can't wait" diyen adamın bu repliğini "hemen yumuluyorum!" diye çeviren çevirmene saygılarımı sunuyorum, sundum.

filme geleyim diyorum da neresine geleceğim bilmiyorum. zaten şu kıyamet filmlerinden oldum olası nefret etmişimdir, daha da ne kadar ekmeğini yiyecekler bunların bilmiyorum. ya film komikti, yani öyle görseller falan tamam da bi yerden sonra oehh diyor insan, iki saat boyunca böyle saykıdelik şeyler gördüğünü düşün, bayıyor artık. hadi ona tamam dedik de, bu adamların her olaydan böyle son saniyede kurtulmaları falan çok komik olmuş, bir de mantık hatalarının tavan değerlere ulaştığı bir film bu. düşün ki hemen karşıdaki dağlar yıkılıyor, yanardağ patlıyor ama bizim elemanlarımız hiç sarsıntı falan hissetmiyor öyle duruyorlar. zaten o elemanlar ki, dünya darmadağın olurken öyle normaller ki, sıkan filmden eğlenceli şeyler çıkartmaya başlıyorsun.

yani bu tarz görsele verilmiş filmleri seviyorsanız izleyin, yoksa o güzelim zamanlarınızı buna harcamayın. tekrar ve tekrar yaşasın bağımsız filmler diyor, bayram denilen bu saçmalıktan kurtulmamızı dileyerek sözlerime son veriyorum.

trainspotting



o güzelim iskoç aksanına doyuruyor, kaldı ki sadece bu değil.

trainspotting bizim küçük william wallace'larımızın oynadıkları bir oyun aslında, istasyonda geçen trenlerin numaralarını falan kaydediyorlar, böyle bir şey. film çok güzel, tiyatrosu da yapılmıştı, ki müziklerini hiç haz etmediğim babazula yapmıştı sanıyorum. geçen sene taksim'de istiklal üzerinde bir yerde oynanıyordu, merak edenler için hala orada olabilir. uzatmadan o muazzam giriş kısmını kopyalıyorum.

"choose life. choose a job. choose a career. choose a family. choose a fucking big television. choose washing machines, cars, compact disc players and electrical tin openers. choose good health, low cholesterol, and dental insurance. choose fixed interest mortgage repayments. choose a starter home. choose your friends. choose leisurewear and matching fabrics. choose diy and wondering who the fuck you are on a sunday morning. choose sitting on that couch watching mind-numbing, spirit crushing game shows, stuffing fucking junk food into your mouth. choose rotting away at the end of it all, pishing your last in a miserable home, nothing more than an embarrassment to the selfish, fucked up brats you spawned to replace yourself. choose your future. choose life... but why would i want to do a thing like that? i choose not to choose life. i choose somethin' else. and the reasons? there are no reasons. who needs reasons when you've got heroin?"

24 Kasım 2009

hotaru no haka



bundan tam 21 yıl önce yapılmış.

"bir anime insanı ağlatabilir mi?" sorusunun cevabıdır.

yaşamın ucuna yolculuk



gece bloglar arasında gezinirken denk geldim yine kitaba, arkada air born çalıyor.

kitap benden bin kilometre uzakta, hani keşke burada olsaydı da altı çizili yerlerden birkaç şey yazsaydım buraya diyorum ama öyle bir kitap ki istesen bütün cümlelerin altı çizebilirsin, hangisini koyacağına karar vermek bile zor olurdu.

tezer özlü'nün o özgürlük tutkusunu, sınırsızlığı dibine kadar hissediliyor. kafka'lar pavese'ler, berlin, prag, oteller, insanlar.. her şeyden onlarcası var.

ne de olsa otelden ayrılıp gelişigüzelliğini yürüdü caddelerin.

22 Kasım 2009

bitti o sevda




bitti o sevda kesildi çığlıkları martıların
su gibi bitti, suya karşıt gibi bitti
itti kıyıyı adına deniz dediğimiz şey
unuttuk ikimiz de her türlü yetinmezliği
kaybetti kumarda gözlerim
kaybetti kumarda gözleri.

bir koru rüzgarlandı göğüs boşluğumuzdan sanki
uzaklaştı ağaçlar birbirlerinden
yakınlaştı ağaçlar birbirlerine
yani her soluk alıp verişimizde bizim
bir mekik gibi kalbin
bir mekik gibi kalbim
işleyip durdu bu yitikliği yeniden.

ne kaldı
farkında mısın bilmem
gündüzler..
gündüzler biraz azaldı.

21 Kasım 2009

the division bell



muhteşemdir, yani şöyle diyeyim, muhteşemdir.

diğer muhteşem pink floyd albümlerinden biraz farklı ve benim için biraz daha önde. roger waters'sız bir albüm, daha fazla david gilmour var, bence iyi ki de var. böyle yumuşak, pürüzsüz bir tat bırakıyor gerçekten de insanda. yukarıdaki albüm kapağındaki metal kafalar üçer metreden oluşuyor, hala daha bir yerlerde sergileniyormuş, ikisinin arasında görünen de katedral. albümün ana teması iletişimsizlik elbette, şarkı adlarından ve sözlerden de gayet anlaşılıyor bu, hal böyle olunca metal dudaklar arasındaki dört noktanın aralarındaki iletişimi ya da iletişimsizliği simgelediğini görmek pek de güç değil.

bu dört nokta bana dört kişiyi/kişiliği de temsil ediyor gibi; david, nick, richard ve roger. belki de bir tanesi syd olabilir, bana öyle geliyor, sanki buralarda da bir gönderme var gibi. albümün adının hikayesi de enteresan, isim bulması için douglas adams'a gidiyorlar ve o da alacağı parayı gergedanları koruma projesine yatırmaları kaydıyla bu öneriyi kabul ediyor ve the division bell doğuyor.

bunlar işin hikaye kısımları biraz, şarkılara gelirsek, klasik tabirle her biri diğerinden güzel. böyle bi odada muhteşem bir ses sistemiyle günlerce dinleyeceksin bu albümü. marooned inanılmaz bir parça, grammy ödülü almışlar bunla zaten. cluster one olsun, poles apart olsun, coming back to life olsun ve elbet bir high hopes olsun muazzamlar gerçekten de. yani high hopes diyoruz zaten, daha ne olsun.

hala daha dinlemeyeniniz varsa dinlesin, başka da bir şey demiyorum.

20 Kasım 2009

marooned

arizona dream




this is a film about a man and a fish
this is a film about dramatic relationship between a man and a fish
the man stands between life and death
the man thinks
the horse thinks
the sheep thinks
the cow thinks
the dog thinks
the fish doesn't think
the fish is mute
expressionless
the fish doesn't think,
because the fish knows everything

the fish knows everything


dım dı dı dı dı dı dım.

19 Kasım 2009

lilja 4-ever



film 2002 yapımı, imdb notunu merak edenler için 7.9, ki hiç de fena sayılmaz.

film de notla ters düşmeyecek şekilde güzel, kaç sene oldu bunu izleyeli bilmiyorum ama bir gece denk gelmiştim, şu aile misafirliğe giderken evde ders çalışma bahanesiyle tek başıma kaldığım zamanlardı, cm oynamak varken başından kalkamamıştım filmin. hem o kaotik ortamı hem de anlatımı çok başarılıydı, hala daha birçok sahnesi aklımda.

oksana akinshina oynuyor başrolde, ki kendisi ne kadar güzeldir tanımlayamıyorum, bir de yeri gelmişken antalya diye bir film çekiliyor sanırım 2010'da vizyona girecek onda da oksana ablamız oynayacakmış, artık bizim apaçilerle ilgili mi olur film bilmiyorum ama garip geldi. daha önce yazdım sanıyordum ama yazmamışım filmde oksana 16 yaşında bir kızı, lilja'yı canlandırıyor ve lilja'nın başından geçenler, en kaba tabirle kadın satıcılığına kurban gitmesi anlatılıyor. bir de volodya var, ufak bir çocuk volodya ve lilja'ya aşık, lilja'nın kandırılarak isveç'e gitmesini istemiyor ama lilja gidiyor. etkileyici bir film, özellikle volodya ile bankta oturdukları sahnede hayaller içinde yaşayan lilja'nın balkonlardan gelen "orospu" bağırışlarına rağmen kalkmayıp banka "lilja 4-ever" yazması aklımdan çıkmamış.

filmin diğer bir özelliği müzikleri elbette, şöyle diyelim rammstein yapmış müziklerini. her ne kadar rammstein'dan hoşlaşan birisi olmasam da filmde fena da gitmemiş açıkçası. son olarak ne varsa bağımsız sinemada var arkadaş ben bunu söylerim, söyledim.

18 Kasım 2009

500 days of summer



öncelikle ah zooey deschanel vah zooey deschanel diyeyim.

filmin başında da belirttiği gibi bu bir aşk filmi değil, aşk hakkında bir film, elbette sadece bunun için hakkında bir şeyler yazıyor değilim, filmin bir özelliği imdb'nin top 250 listesine 200. sıradan girmiş olması.

klasik aşk filmleri gibi ama değil gibi de aynı zamanda. hayatı boyunca aşkı aramış elemanımız günlerden bir gün güzeller güzeli summer ile tanışır ve 500 gün sürecek bir ilişki başlar. yönetmen bu süre içinde bir ileri bir geri giderek ilişkilerindeki değişimleri ya da ufak görünen şeylerin en sonunda ne kadar büyük bir değişime neden olduğunu gösteriyor bize, tabi sadece bu değil, her şeyin rastlantıdan ya da "yalan"dan ibaret olduğunu da gözümüze gözümüze sokuyor.

tatlı, güzel bir film. zaten sıkıntılar arası yatay ve dikey olmak üzere geçişler yaptığım şu günlerde bünyeme iyi geldi, muhtemelen sizin de gelecektir. bu filme de itörnıl sanşayn'a yapılan muamelenin aynısını yapmaya çalışılmaması dileğiyle, ah zooey vah zooey diyorum.

imdb'nin malum listesini merak edersiniz diye koyuyorum, koydum.

maldoror'un şarkıları



yuh!

15. uluslararası eskişehir festivali




eskişehir..

hakkında ne kadar şey yazsam bir eksiklik kalacak biliyorum ama yine de birkaç şey söylemem gerek. türkiye'de yaşanabilecek nadir şehirlerden eskişehir, her yerde festivaller oluyor ama burada farklı bir şeyler var. hem şehrin inanılmaz modern oluşu, hem güzelliği hem de sanata olan ilgisi eskişehir'i çok farklı bir yere koyuyor. sanırım altı sene önceydi detaylıca araştırmam gerekti, internetten baktım ve o fotoğraflardaki yerin türkiye'de olduğuna inanamadım, sonra gidince gördüm ki gerçekten de inanılacak bir şey değilmiş.

özellikle geceleri porsuk çayı ve etrafı çok güzel oluyor, o ışıklar, tüm kafeler, insanlar, her şey çok güzel. yaz aylarında esbot'larla 1 liraya gezebiliyordunuz boydan boya, sonraları venedik'teki gondollara benzetmişler bunları. eskişehir'de belki de tek eksiklik var, o da bir süre sonra her şeyin kendi içinde dönmesi. yani bir hafta için mükemmel bir yerken sonraki zamanlar için yapılacak şeyler sıradanlaşıyor ve bu biraz da şehrin küçüklüğünden kaynaklanıyor ya da "şehrin" küçüklüğünden diyelim. gün boyu dışarda olacaksanız aynı kişiyle birkaç defa karşılaşabiliyorsunuz. zamanla gelişerek bu sorun da ortadan kalkacaktır elbette.

daha fazla tanıtım yapmadan konuya, festivale geleyim. festival boyunca konserler, tiyatrolar, sergiler ve konferanslar oluyor. bilet bulmak biraz sıkıntılı bu arada. şimdi tüm sene boyunca ülkeye kimler hangi konserler için gelecekler diye bakınıp duruyoruz ama sadece 4 saat uzaklıktaki bu yerdeki çoğu etkinliği kaçırıyoruz. "neler oluyor ki?" diyenler için, geçen sene ve bu sene gelen iki ismi sayayım; david knopfler ve adrian belew. "kim oluyor ki bunlar?" diyenler için, demezsiniz biliyorum da, diyenler için bakınızlar; dire straits ve king crimson.

bu koca koca grupların kurucularını getirmek çok da kolay bir şey olmasa gerek, bunlara gitmemek daha kolay tabi ki, ne diyelim keşke uzakta olmasaydık..

eskişehir'e dair fotoğralar da burada.

16 Kasım 2009

yeniliş

Açılmamış bir şarap şişesiydim
Ki öyle kaldım
Acımı köpürtmedim
İçime sağdım
Gözyaşlarımı göstermedim
Ki sildim
Özgürlüğüm beni tutsak düşürdü
Başaramadım

İçimde kara kara bulutlar sallandı
Ki sallandılar
Dışarı yağamadım

Ve yenildim ve sustum..

10 Kasım 2009

this is it



üç gün önce izlediğim belgesel/film.

bir milyonluk bir şehirde saat ikide ve gösterimin olduğu tek sinemada filmi tek başıma izlemem durumunu irdelemeyi istemiyorum. film ya da belgesel ne derseniz deyin, afişte dediği gibi tanımadığımız bir adamı keşfediyoruz.

son turnesi olacak olan this is it üzerine bütün film, öyle geçmişiyle ilgili bir gösterim yok, tabi sen çıkartabiliyorsun. geçenlerde muazzez abacı'nın kemancısını dövdüğü görüntüler falan çıkmıştı, filmi izlerken direkt akla o geliyor, yapılan her yanlıştan sonra michael "provaları bunun için yapıyoruz hadi bi daha deneyelim" diyor, tanrı sizi kutsasın ve sevgi sözcüklerini dilinden  düşürmüyor. hal böyle olunca hala o yuvarlak popolarından konuları kavrayıp bu adama bok atanları görmek beni hala deli ediyor. michael jackson üzerine uzun bir yazı yazmayı düşünüyorum zaten ama şimdi çok girmeyeceğim içine.

sadece şunun bilinmesi lazım, bu adamın kalbinde çoğumuzda olmayan bir sevgi var-dı. yani provalarda falan görüyorsun adamın ne kadar sevgi dolu olduğunu, sonra yaşadığı onca şey var. ölümüne de hiç değinmiyorlar filmde, yani sadece this is it ile alakalı bir film bu, gerçi yine ağlatıyor orası ayrı. bir de müziğe ne kadar hakim olduğunu görüyorsunuz filmde, sanırım ilk kısmındaydı, çalınması gerekeni sesiyle yapıyor ve işte orası inanılmaz, izlemeniz lazım. filmdeki en eğlenceli yan ise michael'ın rahatça yaptığı hareketleri dansçıların joseph joseph nidalarıyla yapmaya çalışmaları.

ölümü hakkında birkaç şey söyleyeyim, filmde görüldüğü kadarıyla sağlığı gayet yerinde michael'ın, yani denildiği gibi büyük ihtimalle doktorun bir hatası vardı burada.

iki hafta gösterimde kalacak, sonlara geliniyor sanırım, eğer ki imkanınız varsa, sevmeseniz bile izlemenizi tavsiye ederim, sadece bir film gibi değil çünkü, çıkarımlar yapmak serbest.