.

Related Posts with Thumbnails

26 Temmuz 2010

tezer özlü'den leyla erbil'e mektuplar


kitabı okurken bunaldım, yoruldum.

kitapta tezer özlü'nün edebiyata ve onu kullananlara ne kadar karşı olduğunu görebiliyoruz. hakkında hemen her şeyi okumuş biri olarak bu yanına çok da denk gelmemiştim, öfkesini görebiliyorsunuz. durup durup aşağılık kadın falan diyebiliyor.

kitap altmış altı sayfa, son on sayfaya kadar yine geliniyor fakat bende ilk defa olan bir şey olarak tezer'in yazdıklarının bitmesini istedim. o on sayfanın hemen bitmesini istedim, tarihe göre sıralı bütün mektuplar ve ölümünü görüyorsun o son on sayfada.

sabah kalktım bezelerle uyandım diyor, ölümden korkmuyorum ama deniz'i bırakmayı düşünemiyorum diyor, bir şeyler yazdım vasiyet gibi biraz diye ekliyor. zaten çekip gitmesi yeterince kötü bir de bunları okumak gerçekten yorucu oluyor. tedaviyi red ediyor, ama öleceğini biliyor. sonra bir yerlerinin kesilmesine izin veriyor ama bir şey değişmiyor. kitap ölümünden bir yaklaşık bir ay önce yazdığı mektupla bitiyor. keşke o son on sayfa olmasaydı, gerçekten üzüyor.

25 Temmuz 2010

avatar the last airbender



filme yeni gittim, animesini izlemediğim için karşılaştırma yapamıyorum fakat gayet güzeldi. normalde film bir saati geçince sıkılan ben, bu filmde sıkılmadım. vereyim görseli, vereyim efekti durumları olmadığı için de soğutmuyor kendinden film.

animesiyle filmdeki karakterler pek uyumlu olmamış diyorlar, bu elbette animesini de izleyenler için bir önyargı oluşturur. benim öyle dertlerim olmadı, bir tek shyamalan'ın slumdog'daki arkadaşa torpil geçtiğini düşünüyorum. onun dışında aang ve minik su bükücü kızımız çok tatlılardı.

tabi fantastik bir konu, bu bağlamda hala daha heri potır'a bayılan birisi olarak bunun devamının da gelmesi güzel bir haber benim için. gerçeklikten kaçmak gerekiyor biraz. bükme sahnelerinden en çok suyu sevdim, belki suyun kendi güzelliğidir bu bilmiyorum.

güzel bir filmdi benim için, animedeki çizgileri hiçbir zaman sinemada göremeyiz, bu bağlamda beklentileri zaten biraz düşürmek gerekiyor. önümüzde gelmiş geçmiş en güzel anime death note'un sinemaya uyarlanan versiyonları varken buna çamur atmak olmaz.

son olarak müzikler çok güzeldi, clint mansell'i çağrıştırmıştı bana fakat değilmiş james newton howard imiş arkadaş.

17 Temmuz 2010

pay

ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden.
inanırdım saadetli yolculuklara.
adalar var zannederdim güneşli, maavi, dertsiz.
bütün hızımla koşardım dalgalara.
o zaman beni görseydiniz.

ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden.
beni o zaman görseydiniz
siz de gelirdiniz peşimden.

ama şimdi şu akşam saatinde
son liman kendim, bu döndüğüm,
bilmiş, bulmuş, anlamış.
hatırımda, bir vakitler güldüğüm.
yoluna can serdiğim o kaçış.

şimdi, şu akşam saatinde
dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış,
denizlerin doymayan sahilinde.

16 Temmuz 2010

aşkın çölleri

"Sonra, ey umutsuzluk! İnce duvar ağaçların gölgesine dönüştü ve ben gecenin sevdalı hüznü altına yığıldım.."

15 Temmuz 2010

güzelliği selamlamayı biliyorum şimdi

"
ah! kalmadı artık hevesim
el koydu yaşamıma benim.
aldı bu büyü ruhumu, bedenimi
ve dağıttı bütün güçlerimi.

bunlar olup bitti. güzelliği selamlamayı biliyorum şimdi."

11 Temmuz 2010

do sesi


ferit edgü'nün bir başka kitabı.

bana, bir gün, "do sesini verdim, ölümü yendim" diyen semiha berksoy'a diye başlar.

minicik hikayelerden oluşuyor ve hemen bitiyor, içlerinden bir tanesi de belki;

"
belki konuşmuştur. hiç belli olmaz.
belki suskunluğunu korumuştur. hiç belli olmaz.
belki söz konusu o değildir.
bu konuda bir şey söylenemez.
belki o sıralar, o başka bir yerdeydi.
bu da olasıdır.
belki, ben bu satırları karaladığım sırada her şey açıklığa kavuşmuş olacaktır.
belki o, şu sıralarda, kahrolası birine, seni seviyorum, demektedir.
hiç belli olmaz.
belli olmaması da, doğrusunu isterseniz ( hiç değilse benim için) çok,
çok daha iyidir.
"

05 Temmuz 2010

her şeyin sonundayım



her şeyin sonundayım, tezer özlü ile ferit edgü'nün mektuplaşmalarından oluşuyor.

yine bu özel hayatın sunulması durumuna girmek istemiyorum, tezer hakkında her şeyi bilmek istiyorum çünkü. tüm kitaplarında ,ki gerçekten de günlük gibilerdir, sadelikten ve tamamen egodan arınmış bir kişilik sundu tezer bize. burada gördüğümüzde daha azı ya da fazlası değil, ne ise onu söylüyor hep. her hikaye gerçek.

tüm o hastane zamanları, odada tek başına geçirdiği günler, sıkıntıları, özlemleri, hepsi var bu kitabın içinde. bazı yerlerde cevapları göremiyoruz fakat tezer özlü'yü anlamak için muazzam bir kaynak bu.

yine söylediği birkaç şey var;

" odanın içinde geziniyorum. bazı bazı burada gezinmem gerekiyor. resimlere, duvarlara, kendi resmime bakıyorum. hep bach'ın süitlerinin ilk kısmını dinliyorum.
hiç yemek yemedim bugün. öyle sanıyorum ki artık hiç yemek yemeyeceğim. uyumayacağım. çünkü uyuyan ve yemek yiyen ben değilim.
ben beni bunaltıyor.
ben'in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim."

ankara/ekim/66

04 Temmuz 2010

güney afrika 2010




bitime yedi kala son takımlar da şekillendi.

aslında kupa bittikten sonra yazmayı düşünüyordum ama şimdiden de bir şeyler yazayım. içimde bütün maçları izlemek gibi bir istekle gelmiştim istanbul'a, fakat öyle ol(a)madı. o yüzden çoğu takım hakkında bilgilerim duyduklarım ve skorlardan ibaret.

genel olarak hayal kırıklıklarının olduğu bir turnuva gördük. zaten batmakta olan fransa, italya ve hiç beklemediğim şekilde ingiltere benim gözümde sıfır çekerek turnuvaya veda ettiler. birkaç favorim ve kupayı almasını istediğim takım vardı, bu elenen büyüklerden bir tek ingiltere'ye üzüldüm o yüzden. ferdinand olmasa bile takım muhteşem isimlerden oluşuyordu fakat gel gör ki o takımda oynayan tek kişinin emile heskey olması da düşündürücü bir nokta. steven gerrard'ımın elinde o kupayı görmek güzel olurdu fakat liverpool'daki gibi etkili kulanılamıyor ingiltere milli takımında, gerçi tek tek baktığımızda hiçbir oyuncu kendi takımlarındaki gibi oynayamıyorum ingiltere'de, aksi halde karşılarında takım bulamazlardı diye düşünüyorum.


fransa zaten zidane'ın gidişiyle bitmişti, yıllardır kovmadıkları teknik adamlarına daha fazla dayanabilirler mi bilmiyorum fakat elenmelerine sevinmedim diyemem. ingiltere'den sonra diğer favorim, arjantin'di. onlar da dün almanya'dan dört yediler. ne yazık ki batistuta'dan sonra arjantin'e gelen o kalitede bir golcü yok, bunun üstüne maradona'nın - ki maradona'nın böyle bir şampiyonluk yaşamasını çok isterdim-, cambiasso'yu, zanetti'yi kadroya almaması ve üstüne agüero'yu garip bir şekilde hep yedek bırakmasıyla takım istediğimiz arjantin'den uzaktaydı. messi'ye laf atanlar oluyor, tek kelimeyle anlamıyorum.

gelelim fildişi sahilleri olayına, burada da ingiltere'deki durum var biraz, kadro muazzam fakat oyunda hiçbir şey yok. tam tersi de şili'de - ki en sempatik takımıydı belki de kupanın-, çok hızlı ve teknik oynuyorlardı ama işte brezilya'yı geçemediler, oysa ki benim ümidim vardı. ve brezilya! her turnuvada olduğu gibi samba beklenen fakat bir şey yapamayan bir takımdı, elenmelerine üzülmedim. şimdi geriye uruguay - ki ah keşke kazansa-, ispanya, almanya ve hollanda kaldı. kupa yine avrupa'ya gidecek gibi, tersi olmasını isterdim.

dediğim gibi son yedi gün kupada, tatmin eden bir turnuva olmadı ama dünya kupası dünya kupasıdır. öğle saatlerinde dolu barlarda maç izlemek gibi bir keyif oluyor bir ay boyunca, bunun için bile beklemeye değer.

bizim de olacağımız bir kupa hayaliyle kalan maçları izleyeceğiz. son olarak en güzel maskotla bitirelim yazıyı;

03 Temmuz 2010

biçiminizorlayanbirkedigibi

leonard cohen: i'm your man


"poetry is just the evidence of life
if your life is burning well
poetry is just the ash."

çok kalabalık bir grubun leonard cohen şarkıları söylediği ve yine cohen hakkında gizli bilgiler öğrenebildiğimiz bir film i'm your man. her ne kadar dünyanın en itici duyarlısı bono olsa dahi izlenmeye/dinlenmeye değer.

wristcutters: a love story



etgar keret'in hikayesinden yola çıkıp çekilmiş bir film bilek kesenler.

hikaye neredeyse tüm etgar keret hikayeleri gibi sıradışı. daha önce gazze blues ve nimrod çıldırışları'nı okumuştum, yeni yeni çevriliyor her şey. buna denk geldim şimdi de.

intihar eden bir çocuğun, gittiği dünyanın aynısıyla karşı karşıya kalması var, ve bu durum için daha kötü ne olabilirdi diye soruluyor. her şey aynı, çocuk pizzacıda çalışıyor, her renk soluk, herkes ölü.

ve birgün yine ölü bir tanıdığını görüp, kız arkadaşının da kendi ölümünden sonra intihar ettiğini öğreniyor ve onu aramaya dair bir yol filmi karşımıza çıkıyor.

hah bir de tom waits var.