.

Related Posts with Thumbnails

31 Aralık 2009

harbe giden

kamarada karşımda büyük bir iştahla yemeğini yiyen sarı saçlı ufak çocuğa..

"
harbe giden sarı saçlı  çocuk!
gene böyle güzel dön
dudaklarında deniz kokusu
kirpiklerinde tuz
harbe giden sarı saçlı çocuk!
"

09 Aralık 2009

mendilimde kan sesleri



"...
her yere yetişilir
hiç bir şeye geç kalınmaz
çocuğum beni bağışla
ahmet abi sen de bagışla...

boynu bükük duruyorsam eğer
içimden böyle geldiği için değil
ama hiç değil
ah güzel ahmet abim benim
insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
topragını iten çiceğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
konya'nın beyaz
antebin kırmızı düzlüğüne benzer
göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
evlerine, sokaklarina, kosebaslarina
öylesine benzer ki
ve avlularina

(bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)

ve sözlerine

(yani bir cep aynası alım-satımına belki)

ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer
sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne
camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına
minibüslerine, gecekondularına
hasretine, yalanına benzer

anısı işsizliktir
acısı bilincidir
bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
gülemiyorsun ya, gülmek
bir halk gülüyorsa gülmektir

ne kadar benziyoruz türkiye'ye ahmet abi...
bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
dirseğin iskemleye dayalı

-- bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --

cigara paketinde yazılar resimler
resimler: cezaevleri
resimler: özlem
resimler: eskiden beri

ve bir kaşın yukarı kalkık
sevmen acele
dostluğun cabuk
bakıyorum da şimdi
o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde...

ve zaman dediğimiz nedir ki ahmet abi
biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
o zamanlar malatya kokardı istasyonlar
nazilli kokardı

ve yağmurdan ıslandıkça edirne postası
kil gibi ince istanbul yağmurunun altında
esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen

kadının ütülü patiskalardan bir teni
upuzun boynu
kirpikleri
ve sana ahmet abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
sofranı kurardı
elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
cocuklar doğururdu

ve o çocukların dünyayı düzeletecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar...

bilmezlikten gelme ahmet abi
umudu dürt
umutsuzlugu yatıştır
diyeceğim şu ki
yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
çocuklar, kadınlar, erkekler
trenler tıklım tıklım
trenler cepheye giden trenler gibi
işçiler
almanya yolcusu işçiler
kadınlar
kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
ellerinde bavullar, fileler
kolonyalar, su şiseleri, paketler
onlar ki, hepsi
bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
ah güzel ahmet abim benim
gördün mü bak
dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
ve dağılmış pazar yerlerine memleket
gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
gelse de
öyle sürekli degil
bir caz müziği gibi gelip geciyor hüzün
o kadar çabuk
o kadar kısa
işte o kadar...

ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

mendilimde kan sesleri..."

give in to me

biraz kastırsak tüm zamanların en iyi rock şarkısı ve solosu konulu listelere sokabiliriz bu şarkıyı, pek leziz efendim.

08 Aralık 2009

braveheart



sinemada izlememin üstünden kaç sene geçti hatırlamıyorum ama en son izleyeli 1 sene oldu sanıyorum ki.. bu filme kaç günümü verdim hatırlamıyorum, onlarca kez izledim küçüklüğümden beri. öyle küçüktüm ki filmi izleyip sıralara iskoçya bayrağı kazırdım, sene kaç hatırlamıyorum.

son sahnesiyle beni her izlediğimde ağlatabilmiş bir film bu braveheart, yani adamın ölmesi ya da herkesin koptuğu elinden sevdiğinin mendilinin düşmesi kısmı değildi bende gözlerimin ıslanmasına sebep olan, izleyenler muhakkak ki hatırlayacaklardır idam masasında william wallace'ımız kafasını kalabalığa çevirir ve orada annesinin kucağında idamı izleyen sarışın ufacık bir çocuk vardır ve onun bir bakışı, o bakış ki insanın içini deşiyor gerçekten.

o dönemde ve hatta çok daha yakın tarihimizde bile idamların izlenen bir şey olması durumu gerçekten çok acı, bunu bırakıp filme dönersek o güzelim iskoç havasını, yeşilliğini sonuna kadar hissediyorsunuz. hani her filmde derler ya aşk, ihtiras, ihanet, entrika diye. işte bu filmde hepsi var, an geliyor heyecandan yerinizde duramıyorsunuz, an geliyor tüyleriniz diken diken oluyor ve an geliyor ihanet karşısında kafayı yiyorsunuz. filmdeki william wallace'ımız sevgili katolik mel gibson, böyle kaslı kaslı kocaman bir adam.. gel gör ki gerçek william'ımız şuna benziyormuş;


insan hayal kırıklığına uğruyor tabi.. çocukluğu dair en güzel şeylerden biriydi braveheart, elime cd'si geçtiğinde nasıl mutlu olmuştum, herkes yatardı ben koyar izlerdim. o zamanlar altyazısı da yoktu, yarım yamalak ingilizceyle hayran hayran izlerdim. hele o william wallace'ın küçüklüğünü oynayan çocuğun güzelliği ve aksanı yok muydu, vardı, hala daha aklımda. kendisinin adı james robinson'muş ve şu anda kendisindeki değişime bakarak darwin amcamızın ne kadar mantıklı bir fikir öne sürdüğünü fark eyliyorum. ne güzel çocuk idin sen james, ne olmuş sana kuzum?

filmin ana konusunu  bilmeyen yoktur herhalde ama yine de ufaktan söyleyelim, ingiltere'nin iskoç halkına yaptığı zulümden sonra william wallace diye birisi çıkar ve özgürlüklerini ister, bu yolda savaşır ve en sonunda ülkesini özgür kılar. bilmiyorum oralarda da kendi özgürlüklerini sağlayanlara faşist damgası vuracak kadar aptallaşabiliyor mu insanlar?

cunda

şöyle güzel bir rakı balık, bir de kedi sevmeleriyle dolu sahil keyfi.. eski zamanlı güzelim cunda.



06 Aralık 2009

my boy

inanılmaz iç acıtan bir şey, bunları yaşayanlar için yeri daha bir ayrıdır..

05 Aralık 2009

adına deniz dediğimiz şey



"...
ekledim ben tattığım her şeyi denizlere
bildiğim ne varsa onlar da hep denizlerden
sen de bir deniz gibi yerleştir onu istersen
sevdayı
ve köpüklendir
ve yaşlandır ki işte kederi anlamasın
ama dur, her deniz yaşlıdır zaten
..."

içinden doğru sevdim seni

les chants de maldoror

kitabı okumayanlar için hiçbir şey, okuyanlar için ise çok şey ifade etmeyecek kısa film alttaki gibi, belki japonca yazıları anlayabilsek daha manalı gelebilirdi. kısmet hep.

   

04 Aralık 2009

bana old and wise'ı çal

geçenlerde nerede duydum tam hatırlamıyorum ama çağan ırmak'ın çektiği filmlerin özellikleri konuşuluyordu, bir sanat filmi, bir de şöyle kabaca tabirle sinema filmi yaptığından söz edilmişti. öyle duruyor gerçekten de, şimdi de karanlıktakiler'i çekti. bütün filmleri hakkında bir şey yazmayacağım ama şu ıssız adam ile tanınması ve o filmin geldiği yer bence çağan ırmak'ın gelmek istediği yer değildi, yani umuyorum ki değildir.

ilişkilerin ustası kızların hastası olan ve hatta kızlara böyle olmadığı halde öyleymiş gibi görünmek isteyen casanova'larımızın msn iletilerini de süslemişti tabi hep bunlar. "ıssız adam aynı ben :/" muadili cümleler "filmin ilk yarısındaki ada aynı ben :)" cümleleriyle karşılık bulmuştu. böyle ikili atışmalar dışarıdan pek komik görünüyor, hala daha varlar mı bilmiyorum ama olmadıklarını umuyorum en azından. yastıkla münasebeti yüksek olan genç arkadaşlar bile casanova olmuşlardı, doğru yolu bulduklarını düşünmek istiyorum.

kısa filmlere gelelim, bana old and wise'ı çal. önce old and wise'dan başlayayım, muhteşem bir the alan parsons project şarkısı, bana çok şey hissettiriyor, yüklü epey. ne güzel ki çağan ırmak da seviyormuş, filmde geceleri radyo programı yapan erkan can, gündüzleri uyuyor pek tabi ve insanlardan uzaklaşıyor gitgide. gayet güzel şekilde anlatılmış ama amatörlük yıllarına denk geldiğinden kopukluklar çok bariz hissediliyordu, belki şimdi çekse çok daha güzel şeyler ortaya çıkabilir. geçen sene çektiği düşlerimde atatürk çok daha profesyonel duruyor, ayrıca çok da güzeldir.

old and wise'ı annenin sözleriyle bitirelim;

"uyanmalısın..
dışarıda bir dünya var!
insanlar yaşıyor..
onları görmelisin oğlum.
uyanmalısın.."

death note




sanıyorum ki izlediğin en güzel şeydi death note. başka hiçbir şey beni bu kadar kendine bağlamamıştı, hani lost'un ilk çıktığı zamanlarda başından kalkamıyorum geyiği vardı ya, işte onun gibi ama bu çok daha çekici. sadece 37 bölümden oluşuyor, en başlarda manga olarak çıkmış sonra animeye dönmüş ki iyi ki dönmüş.



genel olarak konu light yagami adlı güzide japon gencimizin eline geçen bir kitabın gücünden ibaret. bu kitaba yazılan isimler kırk saniye sonra ölüyorlar ölüm nedenini yazmazsanız. ölüm meleklerinin, namı diğer shinigami'lerin elinden düşen bu defterle bizim light'ımız suçluları öldürüyor ve polisler bunu durdurmak istiyorlar, bunun için de en iyi adamları olan "L"'i seçiyorlar. olaylar da L ve light arasındaki beyin fırtınası olarak geçiyor, her bölümde bir şekilde afallıyorsunuz ama.

bunun bir de filmi çekildi, daha doğrusu üç tane. onca gün inmesini beklemiştim lakin bizim güzelim shinigami'lerimizi bilgisayarla yapmaları ve adeta bir "keloğlan kara prens'e karşı"'daki animasyonlar kalitesinde olmalarından dolayı silmiştim, zaten animedeki o keskin çizgilerin yerini film sanıyorum ki hiçbir zaman alamaz, izlememek en iyisi. şimdi holivud da çekmeye hazırlanıyormuş, kısmet tabi hep bu işler.

bundan sonrası önemli bir spoylır içeriyor, aman diyeyim. karizmatik adamımız L öldükten sonra, sanıyorum ki yirmi üçüncü bölüm falandı, işte ondan sonra biraz düşmeye başlıyor anime, eski tadı kalmıyor ama sonlara doğru yine topluyor. tabi güzelim light'ın mini mini çocuklara yenilmesi biraz hayal kırıklığı yaratıyor.

03 Aralık 2009

heal the world



hala bu adamın içindeki sevgiyi göremeyenlere gelsin..

persepolis



yirmi sene sonra, yakın türkiye tarihi adı altında gösterilecek gibi duruyor, umarım olmaz. bir diğer durumu da şurada incelemiştik, bakmak isteyenler için; dikiş nakış.

michael jackson



bitik bir halde kalktım bugün, aldım kahvemi koydum müziklerimi dinlemeye başladım. sonra attım hepsini, michael jackson'ı koydum, dinlemeye başladım.

zaten uzun zamandır hakkında bir şeyler yazmak istiyordum bari yazayım dedim. bu adamı sadece müzikleriyle değerlendirmek biraz yanlış olur gibi çünkü medya veya daha genele vurursak, üzerinden para kazanan insanlar tarafından bilinçli olarak bir şekilde yanlış aktarılmış birisi. onca çocuk istismarı olayı, uyuşturucu, rengini değiştirmesi - ki öyle bir operasyon var mı gerçekten merak ediyorum -..

önce michael jackson'ın yaşadığı hayata bir bakalım. henüz altı yaşındayken, şimdi çok daha kolay gördüğümüz sanal dünyaya adımını atıyor, ya da attırılıyor diyelim ve tam kırk beş sene içinde kalıyor ister istemez. ortada yaşanamayan bir çocukluk var, cenaze töreninde abisi de şöyle demişti, " en sevdiğimiz program televizyonda başlardı ama bizi stüdyoya çağırırlardı ve izleyemezdik", bu bile her şeyi açıklıyor. aslında çok önemli bir nokta bu çünkü üzerine kurulan tüm yalanlar burada çatırdamaya başlıyor. michael jackson'ın hayatının son zamanlarında çocuklarla birlikte vakit geçirmesi ve yaşadığı yer de bunun basit bir göstergesi. yaşadığı yer dedik, yerin adı neverland, yani olmayan ülke, ki eski bir lunapark burası. yani o kadar trajik ki bu, adam çocukluğunu yaşayamıyor, sonra eski bir lunaparkın olduğu bir yer alıyor, adı neverland, burada yaşayamadığı çocukluğunu yaşıyor bir şekilde çocuklarla. şöyle düşünelim, tüm dünyanın tanıdığı bir adam var ve bundan çıkar sağlamaya çalışan aileler, müzik şirketleri, gazeteler, televizyonlar.  yani o kadar basit ki, michael jackson'la arkadaş olan bir çocuğun ailesinin böyle bir şeyi kullanması. kaldı ki böyle de oldu sonunda ve zaten belki de tutunduğu tek şey olan "sevgi"yi kaybetmek istemeyen michael jackson aileye para verip konunun kapanmasını istedi. sonraları açılan davalar da hep lehine sonuçlandı, tüm bu şeyleri üst üste koyunca "michael jackson çocukları severdi hehehe ;)" gibi ortalama bir salih memecan esprisi yapmak çok da zor olmasa gerek.

gelelim şu rengini açtırma muhabbetine. gerçekten tıpta böyle bir uygulama var mı bilmiyorum, merak ediyorum ama, hiç duymadım bugüne kadar. michael jackson'da vitiligo hastalığı olduğu bilinen bir gerçek, sonucunun bu olduğunu düşünüyorum fakat! öyle olmadığını varsayarsak bu neden bizi geriyor anlamıyorum. bir röportajda michael jackson'a derisinin rengini ve değişimini soruyorlar verdiği cevap şunun gibi bir şey; "bugün solaryum bir sektör olmuş durumda ve buraya milyarlarca dolar para yatırıyor insanlar, derilerinin renklerini değiştirmek için, bu değişime hiçbir şey demeyip bendeki değişime neden bu kadar önemseniyor?". daha söyleyecek bir şeyim yok zaten bu sözlerden sonra. birisi size seksi gelirken, diğerine bu kadar takılmanız ve dalga geçmeniz ise son derece zavallıca.

this is it'i izleyince daha rahat anlaşılabiliyor aslında dünyaya nasıl baktığı. elinde lolipop'la ortalarda dolaşan ve yapılan her yanlışa bile sürekli sevgiden bahsederek karşılık veren birisi, dünya hakkındaki sözleri de aynı şekilde sevgi üzerine kurulu, yani bu adamın her şeyi sevgi üzerine kurulu ve her zamanki gibi bunu kullanmak hayli kolay. şekilciliğin ne kadar ileri düzeyde olduğunu da görüyoruz sayesinde, müzikleri ya da hayata bakışı önemli olmazken, fiziksel değişimleri bizi ilgilendirir duruma gelmiş, diyecek bir şey yok.