.

Related Posts with Thumbnails

29 Aralık 2010

mio fratello é figlio unico


filmde son dönem italyan sinemasından ufak ufak parçalar var.

riccardo scamarcio'u - ki kendisi dünyalar güzeli-  ferzan özpetek'in serseri mayınlar'ından ve sanıyorum ki 2009'daki film ekimi idi, cennet batıda'dan tanıyoruz, bu filmde de en az oradaki kadar gerçekçi bir oyunculuk sergiliyor.

filmde ferzan özpetek'i çağrıştıran tek şey riccardo değil, kendisi kız arkadaşıyla sevişirken küçük kardeşin sesleri duymamak için açtığı radyoda çalan şarkı da bizi karşı pencere'ye götürüyor.

bir başka ufak geçişi ise ilk iki dakikada görünen kilisedeki papazdan yani ascanio celestini'den yapıyoruz. bu sene italyan film festivali kapsamında türkiye'ye geldi ve la pecora nera filmiyle izleyicilerle buluştu. oradaki söyleşide ve filmde - tımarhanede yetişen bir çocuğun ,ki kendisi oynuyor bunu,  yaşamı var - adamın politik duruşunu ve sosyal duyarlılığı gayet açıktı zaten. bu filmde karşıma çıkması garip oldu. garipsenecek bir şey değil tabi çünkü filmde ülkemizde de olan sağ-sol çatışmalarının aile ve toplum içindeki yansımaları gösteriliyor.

bir şekilde fark edilmek için uçlarda yaşayan küçük kardeş, önce faşist oluyor sonra araştırıp bunu bırakıyor ve sol hareketlere katılıyor, en sonunda ise ikisinden de kopup zamanında çokça sorun yaşadığı ailesine ve çevresine yardım ediyor.

bu konular ajitasyon ve seyirciyi sömürmek için ideal konular fakat bu filmde ne güzel ki bunlar yok, gayet sade bir şekilde bir durumu bize yansıtıyor.

bol ödüllü bir film, vakit varsa izlenmeli.

20 Aralık 2010

le fate ignoranti


per i nostri sette anni insieme, 
per quella parte di te che mi manca
e che non potrò mai avere, 
per tutte le volte che mi hai detto non posso, 
ma anche per quelle in cui mi hai detto ritornerò...
sempre in attesa, 
posso chiamare la mia pazienza amore ? 
la tua fata ignorante...

ay yeşil kavak ağaçları


hiç de mi bulut görmemiş sırtın
soyup derimi
kutsal gövdene sarmışım
giydirmişim seni kendimle

"

şimdi hangi kıyıya gidip oturmalı bununla
hangi odaya çekilmeli
bütün kıyıları dolu çağımın
bütün odaları dolu

yağmurlu
sırılsıklam
bir gün
iyice anımsıyorum
kimseler yoktu
her duyguya açık bir limandı yüreğim
tutup
yalnızlığı
benimsedim.

"

12 Aralık 2010

gidiyorum bu



annemi özledim.özlemi anniyorum.anlıyorum zenit bana ne söylediydi,hatırlanamıyor.kurumlar ve kuramlar beni anneme üzüyor.bende şiir yazabilme kaabiliyeti varmış,öyle söylüyorlar.ne dediğimi bilmemek istiyorum.boş başıma dolaşmak istiyorum.sosyalleşmek istememek gibi bir hak tanınmak istendiriliyorduğum.sahipsizim.sonra sokokta dolaşırken her şeyi rasyonalize etmek durumunda kalıyorum.bazı kediler rasyonalize olmak istemiyorlar.annem rasyonel ne demek,ağlamıyor.kendimi bana bırakmak istiyorum.annemi özlediğim için kızlardan uzak duruyorum.kızlar bana yaklaşmakda zorluk çekiyorlar.köfteci de öyle.o da bana yaklaşmakda zorluk çekiyor.canım akşamları daha çok sıkılıyor.annem daha çok.akşamları hava siyah oluyor.havaya bakıyorum.hava bana bakıyor.bana salık verilecek sevgiliyi doğrudan reddetmek durumundayım.kızlar bana önem vermemek konusunda tutarlılar.köfteci de öyle.o da bana önem vermemek konusunda tutarlı.annemi özleyince,annem yok ya hani,bölece hayati'ye bakıp,hayati'ye bakıyorum işte.yani şey oluyor.hayati benim hayatımda etkili bir yere sahipmiş ben de hani hayati'ye bakıyorum ya,hah,işte hayati'nin yani şey.sonra dışarı bakınca bir küçük irrasyonel kedi görüyorum.kedi bana aç aç bakıyor.ben ona artık annemi özlediğim için konuşmakmak istemediğimi ancak rasyonel anne kedisiyle gidip korkunca istemediğim kitaplar okuyup anlamadığım annelere saygı duyuyorum.ataya saygı hamurumun içinde varmış.benim hamurum orda.annem beni sevip özler.ben de böylece peşinden gidemem.sonra annemi de rasyo...neyse...

11 Aralık 2010

angel-a


- anlasana beceriksizin biriyim ben.. gökyüzünden bile melek diye bir kaltak gönderiyorlar.



-Hadi aynaya bak. Ne görüyorsun?
-Aynaya bak dedim. Ne görüyorsun?
-Şey var. Güzel bir kız.
-Teşekkür ederim.
Peki onun yanında ne görüyorsun?
-Bilmiyorum
- Güzel. Gelişme var.
- Öyle mi dersin?
-Evet. Eskiden sadece bir
serseri görüyordun.

21 Kasım 2010

tezer özlü'ye armağan


kitaba ulaşmam bir seneden fazla, bitirmem de bir aydan fazla sürdü.


zamanında 2000 adet basılmış ve sonra basımı durmuş bir kitap tezer özlü'ye armağan. hiçbir yerde bulunmuyor, bulunan ve bunun özel kitap olduğunu bilenler ise hayli fazla paralar istiyor, benim gibi şanslıysanız da sahaf festivallerinde yedi liraya bulabiliyorsunuz.


sezer duru ve orhan duru'nun beraber çalışmasıyla oluşturulmuş kitap. sezer duru'nun çocukluk yıllarını anlatmasından sonra, dostlarının tezer hakkında yazdıklarıyla devam ediyor ve kitabın en güzel yerleri olan "bir usta, bir dünya: tezer özlü" kısmıyla bitiyor - ki hiç görmediğimiz fotoğraflar var bunun içinde-.


190 sayfanın içinde bazen hiç bilmediğiniz şeylerle karşılaşıyor, bazen de bildiğiniz şeyleri başka gözlerden okuyorsunuz.


" anlatamayacağım. bu insanlar guguk kuşu filmini de, napolyon'un yaşam öyküsü filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa, elimden ne gelir?"

03 Kasım 2010

istanbul: zamanın suya izi



daha önce tuncer erdem'in her ne kadar bazı yerlerinde kopukluk hissine kapılsam da sevdiğim denizlerimizde rüzgar'ını okumuştum.

istanbul: zamanın suya izi ise diğer kitaplarına benzemiyor, istanbul'a dair kırk beş yerin hikayesini anlatıyor tuncer erdem. bunu yaparken kendisinin de ressam olmasıyla beraber bize görseller de sunuyor. kitabın başında şiir-desen dese de ben anlatı-desen demeyi daha uygun görüyorum, zira şiir böyle olmamalı.

hepsini yazmak isterdim ama denk gelirseniz en azından önsözü okumalısınız, belki de kitabın en güzel yeri burası. kapaktan bir yazı;

tuncer erdem'in farklı bir dili olduğu kesin, hep var olan ama görmediğimiz şeyler hakkında bir şeyler yazıyor, bozkır kitabı'nı okuyorum şimdi, belki ondan sonra daha net tanımlayabilirim kendisini, ama öykülerinin farklı bir havası var.

kapak yazısından birazcık;


“İstanbul’a bak ey okur. Zamanın taze yaralar açıp eski izleri kapattığı; yeni tüneller, çukurlar kazıp eski dehlizleri, sarnıçları doldurduğu; her geçen gün kılık değiştiren, eskinin üzerine betonlar örten, zamanın aralıksız darbeleriyle durmadan biçim değiştiren şu şehre bir bak. Bugün baktığın şehir yarın aynısı olmayacak. Senin bir rüya gibi geçip giden hayatın, sürekli değişen bu koca şehrin hayatında, topuklarının eskittiği bir merdiven basamağı, okulda sırana kazıdığın bir yazı, bir fotoğrafçının arşivindeki vesikalık bir fotoğraf olarak kalacak. Ama bu şehir senin anılarında derin izler bırakacak...” 



bu da aradan bir bölüm;

"
bazı akşamlar
sahilden geçiyorum
yeni yeni beliren gölgemi
ezen aylak adımlarla
"

28 Ekim 2010

kağıt gemiler


2010 yunus nadi öykü ödülü'nü almış bir kitap kağıt gemiler. açıkçası kitabın önsözünde beklentileri bu kadar yükseltmeseydi ayşegül çelik belki kitaptan daha fazla keyif alabilirdim. kesinlikle başarısız değil ama o önsöz öyle bir yazılmış ki sanki inanılmaz bir şey bizi bekliyormuş hissi yaratıyor.

kitaptaki öykülerden en güzeli ve benim için tek akılda kalanı kelimeler masalı -bir vardı, bir yoktu, yokluğu söylemesi zordu-, lisan tamircisinin kelimelerle oynaması ve insanların hayatlarını değiştirip yabancılaştırması gerçekten güzeldi.

bu da arka kapak yazısı, tadımlık;


Hayat diye aklımıza kurdukları oyunu bozduk biz. Koşar adım tırmandığımız
cinnetin ve cehennemin son basamağındaydık. Tabiatın
bütün güneşleri batıyor, karanlık büyüyordu. Aşkımızdan olacak,
el ele tutuşmayı ve derin bir nefes almayı akıl ettik. Tersine işleyen
bir vaftiz gibi, bize verdikleri her şeyi çıkarıp orada bıraktık.
Şimdi dönüp arkamıza baktığımızda dev bir yıkıntı görüyoruz. Yaşadığımız
o yıkıntıyı yaratanlar, babasını öldüren çocuklardan, çocuğunu
öldüren analardan çok, bunları hayatın gerçeği diye önümüze
koyan ve kolumuz karıncalanmadan bakıp geçmemizi bekleyenlerdi.
Her ölenle öldüğümüzü, ağacın, kuşun acısını topal bir
bacak gibi içimizde sürüdüğümüzü anlamadılar. O zamanlar vicdanımız
kuyruklu bir böcek gibi kalbimizi yiyordu.

24 Ekim 2010

persona






kesinlikle izlediğim en estetik ve vurucu filmlerden biri oldu persona, neden bu kadar geç kalındı bilmiyorum. her sahnesi ayrı ayrı değerlendirilebilir ve öyle bir kere izledikten sonra sileceğiniz bir film değil kesinlikle. bir saati geçen filmlerden sıkılan beni zaten en basta 1.19'luk süresiyle hoşnut kıldı fakat bazen öyle oluyor ki film üç saat sürsün isteyebiliyorsunuz, persona işte onlardan biri. iki farklı kadının bir olmasıyla bizi düşünceler arasına bırakıp kaçıyor. biri hemşire olan alma, diğeri ise oyuncu olan elizabeth'in hayatları kesişiyor. oynamaktan kaçıp gerçekliğe dönen elizabeth, alma'ya ve daha çok da alma hep hayranlık duyduğu elizabeth'e dönüşüyor. alttaki fotoğrafta da elizabeth'in eşiyle iki kişilik bir olup konuşuyor, elizabeth alma'nın elini alıp kocasının yüzüne sürüyor. daha güzel nasıl anlatılabilirdi bilmiyorum.

ikinin bir olması da üstteki iki fotoğrafta, her şeyin bir rüya -gibi- olması ve ayna ya da bizim karşımızda birbirlerine sarılıp saçları aralarında kaybolmaları filmin en estetik sahnesiydi belki de. izlemeyenler kesinlikle izlemeli, bir kere de değil sonra da etrafta yazılıp çizilenler okunmalı, kesinlikle izlenip geçilebilecek bir film değil.

sular ne güzelse


"seni görmek denizi görmek kadar güzel."

10 Ekim 2010

saatler / geyikler




hayır saatleri, geyikleri anlatmıyor bu kitap.
bir kumru oluş halini anlatıyor,
yada bir kumru olamayış halini.
bazen birşey görünür gibi oluyor,
bazen bir şey görünmüyor.
bazen bir şey değişecekmiş gibi oluyor, 
bazen bir şey değişmiyor
bazen beni hep sevecekmişsin gibi oluyor,
bazen hiç sevmemişsin gibi...
bazen bu kitap açıklanamayan şeyleri anlatıyormuş gibi oluyor
bazen hep açıklanan şeyleri
bazen bu kitap senin gibi oluyor, bazen benim gibi
yani sen beni kumru yapmaya çalışırken benim kumru olamayış
halimi...
bazen bu kitap aşk gibi oluyor, bazen anti-aşk gibi...


hayır elbette saatleri, geyikleri anlatıyor bu kitap
insan ilişkilerinden bahseden bir kitap başka neyi anlatabilir ki?
bizim uslanmaz ruhlarımız hiç kumrulaşabilir mi?
suskuyla yanyana oturan iki kumru ...
iki sevgili yanyana oturarak uzun süre hiç konuşmadan...
yani kumrulaşabilir mi?

hayır elbette senin aradığın saatleri anlatmıyor bu kitap
aramadığın onca saatin dehşetini anlatıyor ancak.
ve çocuk gibi olmadığım , fazlasıyla realist olduğum için tek bir
saate doğru ilerliyor:
geyiklerin kavga edip, boynuzlarını açamayarak öleceği saate...

06 Ekim 2010

yorgunlar



erdal öz'ün -ki kendisi can yayınlarının kurucusudur- ilk kitabı yorgunlar.

o elli kuşağının en önemli yapıtlarından biri olarak kabul ediliyor. bana kalırsa türk edebiyatının en iyi yapıtları arasında. ilk baskısı yalnızca 1000 adet yapılan kitabı şimdi ciltli olarak can yayınları yayımlıyor.

sekiz öykü var kitapta, daha çok çocuk gözüyle ve çocuklukla anlatılan bazen hüzünlü bazen gülümseten hikayeler. sıralama yapmak çok zor ama sular ne güzelse, günaydınlı ve çocuk öne çıkan öyküler bana göre.

öyküler de şiirler gibi, belki romanlardan ayrı tutularak tekrar okunabilen ve sürekli yaşayan yazılar. bir romanı birden çok defa okumuşluğumuz elbette vardır ama aynı şiiri belki yüzlerce kez okuyup yüzlerce farklı anlam çıkardığımız zamanlar da az değildir. işte burada şiirin yanına öyküyü de koyabiliriz. fazla tanınmayan yazarlarımızın çok güzel yazıları var, fazla tanınmamaları daha güzel. hele ki şiirleri facebook'tan paylaşan okumayıp okumuş havası verenler varken, bunlara ellerinin değmemelerine seviniyorum. bu güzel kitapla facebook ve bu insanları aynı yazıda birleştirdiğim için özür diliyorum.

alıntı yapılacak çok söz var, içlerinden bir tanesi;

denizle gecenin karıştığı yere, belki de ölümsüzlüğün gibi getirip koyduğum; sağa dönen, sola dönen doyumsuz yüzüne, kim eklemişse eklemiş bilemediğim sarı saçlarınla, beni yaşamamdan eden seni, bir ben ayırabilirdim o uğultudan.

19 Eylül 2010

amerikan gecesi


jim morrison'ın yazdıklarından oluşan bir diğer kitap amerikan gecesi.

içinde kısa senaryolar da var, fakat çoğu kıyıda kalmış ve birleştirilmiş şiirlerden oluşuyor. çevirmenin notunu ekleyelim;

" oliver stone'un filminde yaptığı gibi jim morrison'u büyük sanatçılar klubüne üye yapmaya çalışmak saçma bir iş. bunları niye söyledim: 15 yaşındakilerinde the doors dinleyip jim morrison okumalarında bir sakatlık olduğunu düşünenler için çevirmedim bu şiirleri. bu kitaptaki şiirler her yaşa uygundur, çünkü her yaş için tehlikelidirler!"

eğer sadece

eğer sadece hissedebilseydim
serçelerin seslerini
ve hissedebilseydim çocukluğun
beni geri çektiğini

eğer sadece hissedebilseydim
kendimi geri çekerken
ve hissedebilseydim kucaklandığımı
yeniden gençlik tarafından

gözüm arkada kalmazdı
ölürdüm seve seve.

18 Eylül 2010

bir gemide

kitap dokuz öyküden oluşuyor.

öyküler romanlardan çok farklı, bazen yüzlerce sayfalık romandan daha fazla bir şey çıkabiliyor kısacık öykülerden. ferit edgü de türkiye'deki en iyi öykücülerden belki de. çok uzun şeyler yazmaması, yazmamayı tercih etmesi, fakat bununla beraber çok şeyler de söylemesi en güzel yanı sanırım. bir de özlü'lerle olan yakınlığı beni daha da çekiyor orası tamamen kişisel.

kitaba gelirsek, muhteşem iki öykü barındırıyor. ikisi de birbirini takip ediyor, birincisi kanca ikincisi ise dönüş.  dönüş hakkında bir şeyler söylemek gerek, okuduğum en güzel öykülerden biri kesinlikle. benliğinden sıyrılıp kendine baktığını öğrendiğimiz bir adamın hikayesi. yüzleşmenin böylesine içten ve acı olduğunu daha önce görmemiştim.

o muhteşem sonuyla bitirelim yazıyı da,

"
o gülümseyerek teşekkür etti
kahvesinden bir yudum aldı
sonra kağıtları karıştırdı
sonra yazı makinesinin tuşlarına vurmaya başladı
boşluğa yönelmiş
bir makineli tüfeğin
tetiğine basar gibi...
"

- akla elbette ester'in söyledikleri gelir ..

beyoğlu sahaf festivali


bu yıl dördüncüsü düzenleniyor bu güzel festivalin.

festival güzel çünkü kitapla ilgili. hem kitaplara çok para ayıramayanlara hem de nadir bulunanları arayanlara ilaç gibi geldiği kesin. yirmi liraya dört beş kitap alıp çıkabiliyorsunuz.

kitap almasanız dahi o güzel sahaf kokusunu, birbirinden ilginç basımları, afişleri, kitapları inceleyebiliyorsunuz. taksim gezi parkındaki festival alanı her ne kadar büyük olmasa da içeriğinin inanılmaz geniş olmasından dolayı kesinlikle yarım saat uğrayayım deyip içeri girilmemesi gerekiyor. en az birkaç saatinizi alacaktır eğer ilgiliyseniz.

eski gazeteler, tarihe ışık tutuyor. değişimi ve aslında değişmemeyi görüyorsunuz bir şekilde. hiçbir yerde bulamadığınız kitaplar için denenebilecek bir yer burası. özellikle basımı olmayan kitapları bulabiliyorsunuz. aylardır peşinde koştuğum tezer özlü'ye armağan'ı - ki kendisi yalnızca 2000 tane basılmıştır- sadece yedi liraya almış bulunuyorum. hele de kitabın ne kadar nadir olduğunu bilmeyen bir satıcıya denk gelirseniz öyle kırk elli liradan açılmıyor fiyatlar, böyle ucuza bulabiliyorsunuz. tabi sonra satıcımız kahroluyor ama kitap-para ilişkisinden bu ceza için kendisine üzülmüyorum.

bu ayın sonuna kadar taksim'de otobüs duraklarının yanında sadece kitaplarıyla değil, eski, nadir çok şeylerle sizi bekliyor sahaflar. en azından o güzel kokuyu duymak için bile gidilmesi gerekir. biraz vakit ayırın.

jartiyer, kırbaç ve baby-doll'ün ötesindekiler



kitap ismi ve konusuyla dikkatleri üzerine çekiyor.

aslında cinselliğin dışındakiler deyip biraz da sinsice bunu kullanarak dikkat çekmeye çalışıyor da diyebiliriz. mühim değil.

konu 21 tane kadının hikayesi. sırasıyla anlatılan kadınlar/hayatlar şu şekilde; nineler, teyzeler, ablalar, yengeler, konsomatrisler, deli kadınlar, çılgın kızlar, vazgeçmiş kadınlar, varoş gülleri, politikacı ve bürokrat eşleri, reklam kadınları, öteki kadınlar, temizlikçi kadınlar, gelinler, roksalar derlerdi adıma, iktidarın kitabını yazarım tipi kadınlar, müşterisini temsil eden kadınlar, merkezkaç kadınlar, hemşireler, yeni gelen misafirler, imge kadınlar.

öncelikle şahsım için bir kitabın yky'den çıkması okunabilirliği açısından çok değerli bir referans fakat işte her zaman tutmuyor bu. konu çok orijinal, yaratıcılık istemiyor gibi görünse de istiyor fakat kitabın genelinde bitince elinizde çok bir şey kalmıyor. ne bileyim daha dolgun ve sadece anlatmış olmak için anlatılanın dışına çıkılabilirdi. bu sebepten dolayı okumayanların çok bir şey kaçırdığını düşünmüyorum. kitap size olmayan bir şeyi vermiyor, olanı da veremiyor.

29 Ağustos 2010

denizlerimizde rüzgar


tuncer erdem'in - ki kendisi işletme'yi son sınıfta bırakıp mimar sinan güzel sanatlar'a gir(e)bilmiş bir insan- yky'den çıkan öykülerden oluşan kitabı.

kapağındaki resimin kendisine ait olduğunu belirtip bu ufak kitaba geçelim. 67 sayfalık bir kitap, tam hatırlamıyorum fakat yedi civarında öykü var. bitişlerde havada kalmışlık ve amatörlük hissediliyor bazen ama bu okunmaya değmez demek değil tabi ki.

sıradan konular yok kitapta her şeyden önce. mesela hiç tahmin etmediğiniz anda bir geri dönüşümlü poşetin hissettiklerini okuyabiliyorsunuz. okuduğum ilk kitabı bu tuncer erdem'in, roll'da yazıyormuş, hala öyle mi bilmiyorum. müzikal olarak da gayet dolu olduğunu söyleyebiliriz sanırım.

denk gelinirse okunabilecek bir kitap, zaman kaybı değil en azından.

living with michael jackson




belgesel martin bashir denen ikiyüzlü pisliğin neverland'de 8 ay michael jackson ile yaşamasını ve jackson'ın görülmeyen yönlerini anlatıyor. tabi ki yanlı bir şekilde.

en başlarda gayet ılımlı ve sevgi dolu sözler eden bashir adamı son 20 dk.da üst üste michael jackson'a iğrenç sorular soruyor, ve rahatsızlığını görmesine rağmen buna devam ediyor. belgesele koyduğu kısımları kesip biçiyor ve önümüze çocuk istismarcısı ve çocuklarını umursamayan bir adam portresi çiziyor. bunu gören michael jackson -ki kendisinin ne kadar ince ve kırılgan bir yapıya sahip olduğunu bilmeyenimiz yok sanıyorum- yıkılıyor ve sonunu hazırlayacak olan ilaçlara bağımlılığı artıyor. çoğu yerde bashir asıl katil olarak gösteriliyor.

bunu anlamak çok da zor değil, diana ile yaptığı röportajı referans gösterip michael'ın kendisine kapılarını açmasını sağlıyor ve fakat iş montaj aşamasına geldiğinde, michael'ın verdiği cevapları kesiyor ve ben tatmin olmadım diyor. söylese biz edebilirdik orası ayrı.

bu belgesel (!) yapılırken michael jackson'ın kişisel kamerası da kayıt ediyor her şeyi ve tüm bunlar "the footage you never meant to see" adlı dökümanda gösteriliyor. orada da görüyoruz ki, bu bashir denen dangoloz michael'a methiyeler düzerken, karşımıza bambaşka bir şey çıkartıyor.

neyse türkiye'de de türüne çokca rastladığımız yavşak gazetecilik örneğini görüyoruz burada, fakat benim üzüldüğüm nokta bu kadar temiz ve saf duyguları olan michael jackson'a bunları yapabilme ve onu ölüme sürükleme durumu.

görüyoruz ki tam bir çocuk michael jackson. ve kafası o kadar kapalı olan kişiler tarafından çocuk tacizciliğiyle suçlanıyor. bunlara verdiği " siz yatağı sadece seks için kullanıyor olabilirsiniz ama biz sevgimizi paylaşmak için kullanıyoruz, kitap okuyoruz, müzik dinliyoruz" cevabı hala anlaşılamıyor.  hele ki üzgünüm ama pakistan'lı bir gazeteciden bunu beklemek de ütopya olsa gerek. buna ahmet'ler, mehmet'ler de dahil.

sonuç olarak yanlı bir yapım, fakat michael jackson'ın o çocuk hallerini görmek bile mutluluk verici.

24 Ağustos 2010

the boat that rocked


bazı filmler oluyor ki insanın gününü kurtarıyor, gerçek hayattan kaçırıyor. the boat that rocked da işte tam o filmlerden.

zaten güzel olan müziklerin üstüne bir de muazzam muhabbetler eklenince film "tadından yenmiyor" gerçekten de. isa tanrı'nın oğlu muymuş?

filmin soundtracklerine gelirsek bir nebze size ne sunduğunu anlayabilirsiniz;


stay with me baby - duffy
all day and all of the night - the kinks
elenore - the turtles - 2:30
judy in disguise (with glasses) - john fred and his playboy band
dancing in the street - martha reeves and the vandellas
wouldn't ıt be nice - the beach boys
ooo baby baby - smokey robinson
this guy's in love with you - herb alpert & the tijuana brass
crimson and clover - tommy james & the shondells
hi ho silver lining - jeff beck
ı can see for miles - the who
with a girl like you - the troggs
the letter - the box tops
ı'm alive - the hollies
yesterday man - chris andrews
ı've been a bad bad boy - paul jones
silence ıs golden - the tremeloes
the end of the world - skeeter davis



friday on my mind - the easybeats
my generation - the who
i feel free - cream
the wind cries mary - jimi hendrix
a whiter shade of pale - procol harum
these arms of mine - otis redding
cleo's mood - jr. walker & the all stars
the happening - the supremes
she'd rather be with me - the turtles
98.6 - the bystanders
sunny afternoon - the kinks
father and son - cat stevens
nights in white satin - the moody blues
you don't have to say you love me - dusty springfield
stay with me - lorraine ellison
hang on sloopy - the mccoys
this old heart of mine (is weak for you) - the isley brothers
let's dance - david bowie 



daha ne olsun? ayrıca döneme damgasını vuran the beatles'ın hiçbir müziğinin olmaması konusu sanıyorum ki telif haklarıyla ilgili bir zamazingoydu.


izleyin derim.

14 Ağustos 2010

ben ilhan berk'in defteriyim



ilhan berk'in şiiri çalışmak eylemini gerçekleştirdiğini biliyoruz. bu belki de pek rastlanmayan bir şey.

şiirleri var ilhan berk'in, benim içlerine bir türlü giremediğim.  fakat ilhan berk'in yazıları benim için çok farklı. onlarda şiirsellik var biraz da, şiir eksiğini oradan kapatıyorum diyelim.

uzun bir adam'da da öyleydi, el yazılarına vuruyor güneş - ki ne de güzel yolculuklardır-, ben ilhan berk'in defteriyim de aynı şekilde, sade ve güzel.

kitabın içinde el yazıları ve minik bir çocuğun çizdiği "ev" resmi de var.

05 Ağustos 2010

üzümün kardeşliği



üzümün kardeşliği! her kasabada görürsünüz onları; kıraathanelerin önünde aylak aylak oturup önlerinden geçen her eteğin arkasından iç geçiren yaşlı hergeleler.

26 Temmuz 2010

tezer özlü'den leyla erbil'e mektuplar


kitabı okurken bunaldım, yoruldum.

kitapta tezer özlü'nün edebiyata ve onu kullananlara ne kadar karşı olduğunu görebiliyoruz. hakkında hemen her şeyi okumuş biri olarak bu yanına çok da denk gelmemiştim, öfkesini görebiliyorsunuz. durup durup aşağılık kadın falan diyebiliyor.

kitap altmış altı sayfa, son on sayfaya kadar yine geliniyor fakat bende ilk defa olan bir şey olarak tezer'in yazdıklarının bitmesini istedim. o on sayfanın hemen bitmesini istedim, tarihe göre sıralı bütün mektuplar ve ölümünü görüyorsun o son on sayfada.

sabah kalktım bezelerle uyandım diyor, ölümden korkmuyorum ama deniz'i bırakmayı düşünemiyorum diyor, bir şeyler yazdım vasiyet gibi biraz diye ekliyor. zaten çekip gitmesi yeterince kötü bir de bunları okumak gerçekten yorucu oluyor. tedaviyi red ediyor, ama öleceğini biliyor. sonra bir yerlerinin kesilmesine izin veriyor ama bir şey değişmiyor. kitap ölümünden bir yaklaşık bir ay önce yazdığı mektupla bitiyor. keşke o son on sayfa olmasaydı, gerçekten üzüyor.

25 Temmuz 2010

avatar the last airbender



filme yeni gittim, animesini izlemediğim için karşılaştırma yapamıyorum fakat gayet güzeldi. normalde film bir saati geçince sıkılan ben, bu filmde sıkılmadım. vereyim görseli, vereyim efekti durumları olmadığı için de soğutmuyor kendinden film.

animesiyle filmdeki karakterler pek uyumlu olmamış diyorlar, bu elbette animesini de izleyenler için bir önyargı oluşturur. benim öyle dertlerim olmadı, bir tek shyamalan'ın slumdog'daki arkadaşa torpil geçtiğini düşünüyorum. onun dışında aang ve minik su bükücü kızımız çok tatlılardı.

tabi fantastik bir konu, bu bağlamda hala daha heri potır'a bayılan birisi olarak bunun devamının da gelmesi güzel bir haber benim için. gerçeklikten kaçmak gerekiyor biraz. bükme sahnelerinden en çok suyu sevdim, belki suyun kendi güzelliğidir bu bilmiyorum.

güzel bir filmdi benim için, animedeki çizgileri hiçbir zaman sinemada göremeyiz, bu bağlamda beklentileri zaten biraz düşürmek gerekiyor. önümüzde gelmiş geçmiş en güzel anime death note'un sinemaya uyarlanan versiyonları varken buna çamur atmak olmaz.

son olarak müzikler çok güzeldi, clint mansell'i çağrıştırmıştı bana fakat değilmiş james newton howard imiş arkadaş.

17 Temmuz 2010

pay

ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden.
inanırdım saadetli yolculuklara.
adalar var zannederdim güneşli, maavi, dertsiz.
bütün hızımla koşardım dalgalara.
o zaman beni görseydiniz.

ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden.
beni o zaman görseydiniz
siz de gelirdiniz peşimden.

ama şimdi şu akşam saatinde
son liman kendim, bu döndüğüm,
bilmiş, bulmuş, anlamış.
hatırımda, bir vakitler güldüğüm.
yoluna can serdiğim o kaçış.

şimdi, şu akşam saatinde
dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış,
denizlerin doymayan sahilinde.

16 Temmuz 2010

aşkın çölleri

"Sonra, ey umutsuzluk! İnce duvar ağaçların gölgesine dönüştü ve ben gecenin sevdalı hüznü altına yığıldım.."

15 Temmuz 2010

güzelliği selamlamayı biliyorum şimdi

"
ah! kalmadı artık hevesim
el koydu yaşamıma benim.
aldı bu büyü ruhumu, bedenimi
ve dağıttı bütün güçlerimi.

bunlar olup bitti. güzelliği selamlamayı biliyorum şimdi."

11 Temmuz 2010

do sesi


ferit edgü'nün bir başka kitabı.

bana, bir gün, "do sesini verdim, ölümü yendim" diyen semiha berksoy'a diye başlar.

minicik hikayelerden oluşuyor ve hemen bitiyor, içlerinden bir tanesi de belki;

"
belki konuşmuştur. hiç belli olmaz.
belki suskunluğunu korumuştur. hiç belli olmaz.
belki söz konusu o değildir.
bu konuda bir şey söylenemez.
belki o sıralar, o başka bir yerdeydi.
bu da olasıdır.
belki, ben bu satırları karaladığım sırada her şey açıklığa kavuşmuş olacaktır.
belki o, şu sıralarda, kahrolası birine, seni seviyorum, demektedir.
hiç belli olmaz.
belli olmaması da, doğrusunu isterseniz ( hiç değilse benim için) çok,
çok daha iyidir.
"

05 Temmuz 2010

her şeyin sonundayım



her şeyin sonundayım, tezer özlü ile ferit edgü'nün mektuplaşmalarından oluşuyor.

yine bu özel hayatın sunulması durumuna girmek istemiyorum, tezer hakkında her şeyi bilmek istiyorum çünkü. tüm kitaplarında ,ki gerçekten de günlük gibilerdir, sadelikten ve tamamen egodan arınmış bir kişilik sundu tezer bize. burada gördüğümüzde daha azı ya da fazlası değil, ne ise onu söylüyor hep. her hikaye gerçek.

tüm o hastane zamanları, odada tek başına geçirdiği günler, sıkıntıları, özlemleri, hepsi var bu kitabın içinde. bazı yerlerde cevapları göremiyoruz fakat tezer özlü'yü anlamak için muazzam bir kaynak bu.

yine söylediği birkaç şey var;

" odanın içinde geziniyorum. bazı bazı burada gezinmem gerekiyor. resimlere, duvarlara, kendi resmime bakıyorum. hep bach'ın süitlerinin ilk kısmını dinliyorum.
hiç yemek yemedim bugün. öyle sanıyorum ki artık hiç yemek yemeyeceğim. uyumayacağım. çünkü uyuyan ve yemek yiyen ben değilim.
ben beni bunaltıyor.
ben'in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim."

ankara/ekim/66

04 Temmuz 2010

güney afrika 2010




bitime yedi kala son takımlar da şekillendi.

aslında kupa bittikten sonra yazmayı düşünüyordum ama şimdiden de bir şeyler yazayım. içimde bütün maçları izlemek gibi bir istekle gelmiştim istanbul'a, fakat öyle ol(a)madı. o yüzden çoğu takım hakkında bilgilerim duyduklarım ve skorlardan ibaret.

genel olarak hayal kırıklıklarının olduğu bir turnuva gördük. zaten batmakta olan fransa, italya ve hiç beklemediğim şekilde ingiltere benim gözümde sıfır çekerek turnuvaya veda ettiler. birkaç favorim ve kupayı almasını istediğim takım vardı, bu elenen büyüklerden bir tek ingiltere'ye üzüldüm o yüzden. ferdinand olmasa bile takım muhteşem isimlerden oluşuyordu fakat gel gör ki o takımda oynayan tek kişinin emile heskey olması da düşündürücü bir nokta. steven gerrard'ımın elinde o kupayı görmek güzel olurdu fakat liverpool'daki gibi etkili kulanılamıyor ingiltere milli takımında, gerçi tek tek baktığımızda hiçbir oyuncu kendi takımlarındaki gibi oynayamıyorum ingiltere'de, aksi halde karşılarında takım bulamazlardı diye düşünüyorum.


fransa zaten zidane'ın gidişiyle bitmişti, yıllardır kovmadıkları teknik adamlarına daha fazla dayanabilirler mi bilmiyorum fakat elenmelerine sevinmedim diyemem. ingiltere'den sonra diğer favorim, arjantin'di. onlar da dün almanya'dan dört yediler. ne yazık ki batistuta'dan sonra arjantin'e gelen o kalitede bir golcü yok, bunun üstüne maradona'nın - ki maradona'nın böyle bir şampiyonluk yaşamasını çok isterdim-, cambiasso'yu, zanetti'yi kadroya almaması ve üstüne agüero'yu garip bir şekilde hep yedek bırakmasıyla takım istediğimiz arjantin'den uzaktaydı. messi'ye laf atanlar oluyor, tek kelimeyle anlamıyorum.

gelelim fildişi sahilleri olayına, burada da ingiltere'deki durum var biraz, kadro muazzam fakat oyunda hiçbir şey yok. tam tersi de şili'de - ki en sempatik takımıydı belki de kupanın-, çok hızlı ve teknik oynuyorlardı ama işte brezilya'yı geçemediler, oysa ki benim ümidim vardı. ve brezilya! her turnuvada olduğu gibi samba beklenen fakat bir şey yapamayan bir takımdı, elenmelerine üzülmedim. şimdi geriye uruguay - ki ah keşke kazansa-, ispanya, almanya ve hollanda kaldı. kupa yine avrupa'ya gidecek gibi, tersi olmasını isterdim.

dediğim gibi son yedi gün kupada, tatmin eden bir turnuva olmadı ama dünya kupası dünya kupasıdır. öğle saatlerinde dolu barlarda maç izlemek gibi bir keyif oluyor bir ay boyunca, bunun için bile beklemeye değer.

bizim de olacağımız bir kupa hayaliyle kalan maçları izleyeceğiz. son olarak en güzel maskotla bitirelim yazıyı;

03 Temmuz 2010

biçiminizorlayanbirkedigibi

leonard cohen: i'm your man


"poetry is just the evidence of life
if your life is burning well
poetry is just the ash."

çok kalabalık bir grubun leonard cohen şarkıları söylediği ve yine cohen hakkında gizli bilgiler öğrenebildiğimiz bir film i'm your man. her ne kadar dünyanın en itici duyarlısı bono olsa dahi izlenmeye/dinlenmeye değer.

wristcutters: a love story



etgar keret'in hikayesinden yola çıkıp çekilmiş bir film bilek kesenler.

hikaye neredeyse tüm etgar keret hikayeleri gibi sıradışı. daha önce gazze blues ve nimrod çıldırışları'nı okumuştum, yeni yeni çevriliyor her şey. buna denk geldim şimdi de.

intihar eden bir çocuğun, gittiği dünyanın aynısıyla karşı karşıya kalması var, ve bu durum için daha kötü ne olabilirdi diye soruluyor. her şey aynı, çocuk pizzacıda çalışıyor, her renk soluk, herkes ölü.

ve birgün yine ölü bir tanıdığını görüp, kız arkadaşının da kendi ölümünden sonra intihar ettiğini öğreniyor ve onu aramaya dair bir yol filmi karşımıza çıkıyor.

hah bir de tom waits var.

04 Haziran 2010

(moral bozukluğu ve) 31


yani, çok güzel gerçekten de.

bir günde çekilmiş bir film moral bozukluğu ve 31. son zamanlarda izlediğim en keyifli filmdi, tek başıma izlememe rağmen muazzam eğlendim. oyunculuklar diyaloglar o kadar güzel ve o kadar doğal ki. özellikle deniz alnıtemiz muhteşem.

filmde olmasa iyi olurdu dediğim tek sahne dans sahneleri. hakkaten biraz recep ivedik kokuyor.

ne diyeyim, izleyin. zaten satış yok, korsan olarak satılıyor!

http://moralbozukluguve31.com/

01 Haziran 2010

başka semtin çocukları


yönetmen aydın bulut'un dizileri bırakıp daha fazla film çekmesi gerekiyor.

gaziosmanpaşa'da geçiyor film, böyle delikanlılık havaları. yine insanlığın en büyük suçu olan güce tapmak durumları arasında işlenen cinayetler, alınan hayatlarla devam edip bitiyor.

filmin sonu sürpriz bir şekilde bitiyor, ben tahmin edememiştim. sonu daha oturaklı olsun diye belki "nedenler" fazlalaştırılıp daha gerçekçi kılınabilirdi ama yine de şaşırtıyor. ismail hacıoğlu hakkında da bir şeyler söylemek gerekiyor sanırım, nedendir bilmem oyunculuğu bana çok etkileyici gelir bu adamın. oynadığı dizilerde de -ki sadece bir tanesine denk gelebildim bunca yaşantımda-, oynadığı filmlerde de karaktere tam uyuyor ya da ona tam uyan karakterler veriliyor. bu filmde de gerçekten çok iyi.

film dediğimiz gibi güç ekseninde ilerliyor. şehrin ve insanların bir kenarına itilmişlik, bundan kaynaklı bir ezilme duygusu ve bunu karşılamak için başvurulan güç/delikanlılık durumları. takım elbiseler, rugan ayakkabılar "adam" olmak için yeterli oluyor bu yerlerde. bilseler ya o öyle olmuyor.

30 Mayıs 2010

vavien


okul gibi bir film çekmiş taylan biraderler'in filmi vavien, bu da en az ağır roman kadar garip. bozuk saat, iki doğru olayı olsa gerek.

muhtemelen hepimizin bir dönem izlediği avrupa yakası'ndaki rollerinden esintiler bulabileceğimiz oyunculuklar sergiliyor engin günaydın ve binnur kaya. engin günaydın demişken bir ara uykusuz'da yazmaya başlamıştı, ben severdim yazılarını sonra gitti dergiden.

film biraz acı gerçeklerden oluşuyor. bir karı koca ilişkisi, kimsenin kimseye güvenmemesi gerektiğinin kim bilir kaçıncı dersi.. insan korkuyor bunları izlediğinde, ben tedirgin oluyorum.

filmin adının vavien olması da sadece öyle olması için değil sanırım. vavyen iki anahtarın aynı işlevi görebilmesi elektrikte. bir koridorun başında ışığı açıp en sonuna gidince kapatabiliyorsunuz, film de öyle. şimdi konu taylan biraderler olunca öyle derin çıkarımlar yapmamamız gerekiyor sanıyorum ki ama biraz eşelersek filmin başlayıp bitmesinin dışında kişiliklerde veya ikili ilişkilerde yansımalarını görebiliriz.

insanlar evleniyorlar, koridorun başında ışığı açıyorlar yollarına başlıyorlar, ama işte boşanmak ve karşılıklı güvensizlik koridorun sonundaki anahtarı kullanıp her şeyi karanlığa gömebiliyor, ki filmde de bir ara o anahtara başvuruluyor, ama -yine- kadının özverisiyle o anahtar kullanılmıyor.

ağır roman


çocukluk dönemimize denk gelen bir filmdi ağır roman. çok zamanlar geçmiş izlediğimizin üzerinden, çok şeyler unutmuşum. dün tekrar izledim, bu defa böyle bir filmin mustafa altıoklar'dan nasıl çıktığına şaştım.

bir istanbul masalıdır.

29 Mayıs 2010

tabutta rövaşata


ama arkadaşlar iyidir.

gitmek / benim marlom ve brandom


gitmek yenilmek değil kazanmak da.
gitmek gitmektir işte...
hepsi bu!

demişti birileri. aşk için ölümü bile göz önüne alan kızın hikayesidir. sadece, iran sokaklarındaki serseri çocuğa " sıçarım ağzına, siktir git lan, siktir git!" demesini görmek için bile izlenir.

28 Mayıs 2010

kıskanmak


izlediğim zeki demirkubuz filmleri içinde belki de en başarısız olanıydı.

zeki demirkubuz, nuri bilge ceylan, serdar akar.. bunlar hep samimi diyaloglar ve yapmacık olmayan hareketlerle bizi kendilerine çektiler. masumiyet'teki o yapay olmamak durumu kıskanmak'ta tamamen tersine dönmüş.

berrak tüzünataç seçimini anlamak zor, bana güzel gelmediğini bir yana bırakırsak oyunculuk adına da bir şey yaptığını söylemek zor geliyor bana. oyunculuk biraz da yalan söyleyebilmekle alakalı, gerçeğe ne kadar yaklaşırsan o kadar iyi. ama filmde gerçeklikten o kadar uzak ki insanlar, kasıntı muhabbetler, gelişigüzel değil de bir yerlerden okunan metinler, sizler bizler havada uçuşuyor.

geçmiş zaman filmi olmasıyla bugünkü türkçeye yakın bir şeyler beklentisi içine sokmuyor zaten izleyiciyi ama o zamanlar insanlar "siz" yerine "sen" de diyorlardır elbette. konuya gelirsek, elbette kıskanmak üzerine film. güzelliği kıskanan, kendine göre çirkinliğin en sonunda kendinin ve herkesin hayatını zindana çevirmesiyle son buluyor.

güzellik, çirkinlik, kıskançlık konusunda çok şeyler yazılabilir hiç girmiyorum, benim için beklentileri karşılamayan bir film oldu kıskanmak.

27 Mayıs 2010

iki dil bir bavul

46. antalya altın portakal film festivalinden en iyi film ödülünü almış bir film iki dil bir bavul, filmden ziyade belgesel diyen de var, kabul edilebilir bir şey.

yeni atanmış emre öğretmen türkçe bilmeyen minik çocuklara okuma öğretmeye çalışır, annesiyle konuşurken şunu söyler "hiçbir şey yok anne ya, hiçbir şey!". gerçekten de hiçbir şey yoktur bulunduğu yerde.

fakat sarışın, tırnaklarının arası pis mis gibi çocuklar vardır, zilkif vardır. el ele tutuşmayı öğretir emre öğretmen, sonra sınıfa hadi el ele tutuşun der. türkçe bilmeyen çocuklar anlayamaz, ellerine ne yapacaklarına bakarlar.

dediğim gibi filmden ziyada gerçek bir hikayedir elbette iş böyle olunca insan sadece bir film olarak bakamıyor filme. ne diyeyim, şartlar herkes için iyi olur umarım bir gün.

bir de bayındırlık ve iskan bakanlığı, en iyi film müziğini vermiş bu filme fakat gelin görün ki filmin tek bir müziği yoktur.

shout

24 Mayıs 2010

otobüs


bol ödüllü bir film otobüs, sanıyorum ki 66 yapımıydı.

o zamanlar yasakçı zihniyet hayli revaçta olduğu için bu film de yasaklanan filmler arasına girmiş. biraz sert olduğunu kabul etmek lazım, biraz da gerçekdışı tabi ki. filmin konusu kandırılarak medeniyetin beşiği isveç'e bir otobüsle giden işçileri, otobüs şoförünün kandırıp paralarını çalarak uzaklaşması ve işçilerin kalakalmaları.

aşırı uçlar var dedim, hem isveç'teki insanların hayatlarını cinsel aşırılıklar üzerine indirgemesi hem de giden işçileri neredeyse bir insan gibi görmemesi.. bunlar gerçekten de aşırıya kaçılmış yerler. sadece bu filme bakanlar görmemişlikten plastik oyuncağı yiyecek sanan bir kafile ile, hayatı seks olarak gören isveçliler olarak görecektir elbette. işçiler otobüsün perdelerini çekerek dış dünyadan kendilerini soyutlarlar, geceleri çıkıp ihtiyaçlarını görürler fakat en sonunda gerçek dünya elbette onları yutar.

bir dipnot olarak filmin müzikleri zülfü livaneli'ye ait, ayrıca sessiz olarak izlense de kendisinden daha azını vermez, diyalog neredeyse yoktur.

21 Mayıs 2010

im juli


solda güneş yükseliyordu güneye giderken.


masmavi gözler içinde yitip kaybolunan film.

"
...
burada kalabilirdik.
bayern'de mi?
gökyüzü her yerde mavidir.
...
"

pandora'nın kutusu




kadıköy'ün ara sokaklarında denk gelmiştim afişine çok zamanlar önce. daha yeni izleyebildim, pandora'nın kutusundan bu kez alzheimer çıkıyor. yaşlı teyzemiz köyünde kayboluyor, çocukları bulup onu kente getiriyorlar ama o geri gitmek istiyor. torunu ise, ki yukarıdakidir, teyzenin çocuklarından olan dağıtmış gence özeniyor biraz ve fakat anneannesini köye götürmekten de geri kalmıyor, film gözünden damlayan bir damla yaş ile son buluyor. çok hoş bir film, gerçekçi en azından, diyaloglar öyle kasıntı değil, aradığımız da gerçekçilik herhalde artık, gördüğümüz çoğu şey gerçek değil çünkü. bir örnek;
"
...
- ee nerde şimdi?
- sizde
- napıyormuş bizde?
- halıya işedi
- helal olsun, ben de işiycem o halıya
- ben sıçıçam amına koyayım o halıya
...

"

19 Mayıs 2010

başka dilde aşk


tavsiye üzerine izledim başka dilde aşk'ı ve çok beğendim. küçük güzellikler bile bütünü güzel yapmaya yetiyor benim için bu-günlerde.

film kütüphanede çalışan onur'la -mert fırat- çağrı merkezinde çalışan zeynep'in -saadet aksoy, ki kendisi şark oyunları'nda da çok güzel oynamıştı- arasındaki aşkı konu ediyor. onur sağır ve dilsizdir ona rağmen -rağmen?- zeynep işaret dilini öğrenir onur için ve beraber olurlar. tahmin edebileceğimiz gibi bu toplum tarafından uygun görülmez. zeynep'in babası "biz senin neyini eksik ettik ki sen eksik bir adamla beraber oluyorsun?" der. onların eksikliğini dolduruyordur belki de kim bilir. zeynep çağrı merkezinde ağır şartlarda çalışmaktadır, onur da grafik tasarım okuduğu için insanların seslerini duyuracakları bir site tasarlar, bu eyleme döner ve göz altına alınırlar. oynanan bir oyun üzerine, oyun demekte bir sakınca yok sanırım, birbirlerinden ayrılırlar. bence ayrılmazlar, ceket bulunur elbet.

zeynep ve onur'un ilk tanıştıkları gece sevişmeleri, onur'un çıkarabildiği sesler karşısında zeynep'in sessiz kalması, düşüncelere dalması. biraz empati yaparsak, ki ne kadar yapsak az gelir sanırım, onur'un yaşantısını anlayabiliriz biraz. bu yüzdendir ki zeynep ve arkadaşları otururken ses gider, onur'un dünyasından bakarız birkaç dakika, bu bile sinirlerimizi bozar. onur zeynep'e louis aragon'un kitabını verir.


"
...


sana büyük bir sır söyleyeceğim korkuyorum senden
korkuyorum yanın sıra gidenden pencerelere doğru akşam üzeri
el kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden

sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları
ölmek daha kolaydır sevmekten
bundandır işte benim yaşama katlanmam
sevgilim

...


"

15 Mayıs 2010

soraya'yı taşlamak


dün gösterime girdi film, insanın içini parçalıyor.

dindar değil de dinci olanları anlamıyorum, hele hele şu şeriat saçmalığına inananlara diyecek söz bulamıyorum. hala daha iran rejimini isteyen androidlerle aynı havayı soluyoruz şu ülkede ya, hadi hayırlısı.

film çok etkileyici, kendimi sıkmaktan başım ağrıdı iki saat boyunca. hani filmdir bu deyip geçeriz ama öyle de değil tamamen gerçek bir hikaye bu yaşanan. soraya recm'e giderken ölümden korkmuyorum ama taşlanarak ölmek acı verici olmalı diyor. kızlarına sarılıyor. allah'a inandıklarını sanan beyin özürlüler -ki ne kadar çok var çevremizde- ise şeriat kanunlarını her zamanki gibi erkeklerin lehine kullanıp masum bir kızı meydanda taşlayarak öldürüyorlar, bedeninin yarısı yere gömülü olarak. ondört yaşında bir kızı almak isteyen soraya'nın eşi - burada eş çok manasız bir kelimeye dönüşüyor işte- soraya'dan kurtulmak için onun haşim ile yattığını yayar köyde, haşim de tehdit edilerek şahitler ayarlanır ve soraya kendi çocukları, babası, arkadaşları tarafından taşlanarak öldürülür. bedenine değen her taş gırtlağınızda bir yumruk olur gitmez.

bir erkek kadını hakkında bir iddiada bulunuyorsa kadın aksini ispatlamak zorunda, kadın erkek hakkında bir iddiada bulunuyorsa yine kadın bunu ispatlamak zorunda. tam aradığımız şey değil mi bu? erkekler bu düzeni beğenebilir, hayvandan farkımız yok o konuda da buna körü körüne bağlı kadınların olması durumu inanılmaz geliyor bana. bir insan nasıl bu kadar kör olabilir? din konusunda söylenecek çok şey var, girmemeye çalışıyorum.

atatürk'ü sevmiyorum humeyni'yi seviyorum diyen kıza acil şifalar diler, filmi izlemesini tavsiye ederim.

a single man

bu yıl film festivalinde de gösterildi a single man, uzaklardaydım yeni izleyebildim. her şeyden önce müziklerin hakkını vermemiz lazım, konulan plaklar, arkadan gelen fon müziği gerçekten çok güzeldi.

colin firth'in döktürdüğü film dersek de yanlış söylemiş olmayız, eşcinsel bir profesör 16 yıl birlikte yaşadığı sevgilisi jim'i bir trafik kazasında kaybeder, ki film böyle başlar. hayata küser adam, gün gelir julianne moore'la cin içtikten sonra, ki kendisi birlikte geleceklerinin olabileceğine inanmaktadır hala, jim ile tanıştığı bara gider. o barda vakti zamanında jim bahriyeli olarak askerliğini yapmakta olan jim'i görür. burası da bana manidar gelir şu günlerde. neyse tekrar bara gider ve okuldan bir öğrencisini görür, ki o öğrenci adresini bile asistanlardan almıştır. mavi gözlerine bakar, gece çıplak denize girerler. eve beraber dönerler, huzuru bulmuşken kalp krizi ve gidiş gerçekleşir.

colin firth julianne moore'a geçmişte yaşama artık der sürekli, oysa ki asıl geçmişte yaşayan kendisidir. kurtaramaz jim'den kendini, gerçi düşününce kurtarmasına da gerek olmaz aslında. moore dönüp living the past is my future der, bir yudum daha alır.

el secreto de sus ojos

arjantin-ispanyol yapımı bir film.

yer yer eğlenceli olduğu da oluyor. güzel kızımız birgün kimliği o zamanlar bilinmeyen birisi tarafından tecavüze uğrar ve akabinde yukarıdaki arkadaşlar bu bilinmeyeni çözmeye çalışır, davayı alırlar. ve bu bilinmeyen'in kıza platonik aşık olan ve bunu takıntı haline getiren okul arkadaşı olduğunu çözerler. tüm olaylar bundan sonra başlar.

kız evlidir, kocası yıkılır bu haberle. her gün farklı tren istasyonlarında şehire inen trenlere bakar, katili bulmaya çalışır fakat katil içeride yattıktan sonra devletin adamlarına çalışmaya başlar arkası güçlenir, silahlanır. filmin sonunda bu adamın ne hale geldiğini görür ve şaşırırız, burada söylemeyeyim tadı kaçar.

fakat davayı alan iki kişi arasında yaşan(a)mayan aşk bence filmin en vurucu yeridir. yanında kalmasını söyleyen kadına olamaz diyen adam gider. yıllar sonra bu tecavüz olayını romana çevirmek için yanına gider kadının ve kadın der ki;

neden o zaman beni de alıp yanında götürmedin?

ses gelmez, adam bir şey diyemez. kadın susar, bakar, bakar. ağzından dökülen sözcük ufak bir tebessümle şapşal'dır.

bir de ölen kızın eşi hatıraların zamanla silindiğini söyler, buna karşı savaşır. ve sorar aklımızda kalan sadece hatıralar mı yoksa hatıraların hatıraları mı?

13 Mayıs 2010

hakkari'de bir mevsim


hakkari de bir mevsim gibi, soğuk karanlık.

ferit edgü'nün tezer özlü'nün de desteğiyle yazdığı uzun bir şiir aslında bu kitap. bu şiirde sürgündeki bir öğretmenin  hakkari'ye gidip oradaki yaşamı, koşulları, dilleri öğrenmesi, çocukları sevmesi var. hastalıklar olur uzak köyde, çocuklar ölürler, öğretmenden medet umarlar, öğretmenin elinden bir şey gelmez. bir gece kapı çalınır, gelen alaaddin'dir ve şöyle olur;

"alaaddin geliyor. gece.

hoca, benim kardes hasta, diyor.
nesi var? diyorum.
atesi var çok, diyor. ölecek.
ilac vereyim mi? diyorum.
hayir, portakal ver, diyor.
portakal yememistir hic."


film berlin'den ödüllerle dönmüş ve farklı dillere de çevrilmiştir, dışarıda pek bulamıyoruz bunu, sağolsun gugıl bize yardımcı oluyor, vakti zamanında türkiye'de yasaklanan film burada .