.

Related Posts with Thumbnails

30 Mayıs 2010

vavien


okul gibi bir film çekmiş taylan biraderler'in filmi vavien, bu da en az ağır roman kadar garip. bozuk saat, iki doğru olayı olsa gerek.

muhtemelen hepimizin bir dönem izlediği avrupa yakası'ndaki rollerinden esintiler bulabileceğimiz oyunculuklar sergiliyor engin günaydın ve binnur kaya. engin günaydın demişken bir ara uykusuz'da yazmaya başlamıştı, ben severdim yazılarını sonra gitti dergiden.

film biraz acı gerçeklerden oluşuyor. bir karı koca ilişkisi, kimsenin kimseye güvenmemesi gerektiğinin kim bilir kaçıncı dersi.. insan korkuyor bunları izlediğinde, ben tedirgin oluyorum.

filmin adının vavien olması da sadece öyle olması için değil sanırım. vavyen iki anahtarın aynı işlevi görebilmesi elektrikte. bir koridorun başında ışığı açıp en sonuna gidince kapatabiliyorsunuz, film de öyle. şimdi konu taylan biraderler olunca öyle derin çıkarımlar yapmamamız gerekiyor sanıyorum ki ama biraz eşelersek filmin başlayıp bitmesinin dışında kişiliklerde veya ikili ilişkilerde yansımalarını görebiliriz.

insanlar evleniyorlar, koridorun başında ışığı açıyorlar yollarına başlıyorlar, ama işte boşanmak ve karşılıklı güvensizlik koridorun sonundaki anahtarı kullanıp her şeyi karanlığa gömebiliyor, ki filmde de bir ara o anahtara başvuruluyor, ama -yine- kadının özverisiyle o anahtar kullanılmıyor.

ağır roman


çocukluk dönemimize denk gelen bir filmdi ağır roman. çok zamanlar geçmiş izlediğimizin üzerinden, çok şeyler unutmuşum. dün tekrar izledim, bu defa böyle bir filmin mustafa altıoklar'dan nasıl çıktığına şaştım.

bir istanbul masalıdır.

29 Mayıs 2010

tabutta rövaşata


ama arkadaşlar iyidir.

gitmek / benim marlom ve brandom


gitmek yenilmek değil kazanmak da.
gitmek gitmektir işte...
hepsi bu!

demişti birileri. aşk için ölümü bile göz önüne alan kızın hikayesidir. sadece, iran sokaklarındaki serseri çocuğa " sıçarım ağzına, siktir git lan, siktir git!" demesini görmek için bile izlenir.

28 Mayıs 2010

kıskanmak


izlediğim zeki demirkubuz filmleri içinde belki de en başarısız olanıydı.

zeki demirkubuz, nuri bilge ceylan, serdar akar.. bunlar hep samimi diyaloglar ve yapmacık olmayan hareketlerle bizi kendilerine çektiler. masumiyet'teki o yapay olmamak durumu kıskanmak'ta tamamen tersine dönmüş.

berrak tüzünataç seçimini anlamak zor, bana güzel gelmediğini bir yana bırakırsak oyunculuk adına da bir şey yaptığını söylemek zor geliyor bana. oyunculuk biraz da yalan söyleyebilmekle alakalı, gerçeğe ne kadar yaklaşırsan o kadar iyi. ama filmde gerçeklikten o kadar uzak ki insanlar, kasıntı muhabbetler, gelişigüzel değil de bir yerlerden okunan metinler, sizler bizler havada uçuşuyor.

geçmiş zaman filmi olmasıyla bugünkü türkçeye yakın bir şeyler beklentisi içine sokmuyor zaten izleyiciyi ama o zamanlar insanlar "siz" yerine "sen" de diyorlardır elbette. konuya gelirsek, elbette kıskanmak üzerine film. güzelliği kıskanan, kendine göre çirkinliğin en sonunda kendinin ve herkesin hayatını zindana çevirmesiyle son buluyor.

güzellik, çirkinlik, kıskançlık konusunda çok şeyler yazılabilir hiç girmiyorum, benim için beklentileri karşılamayan bir film oldu kıskanmak.

27 Mayıs 2010

iki dil bir bavul

46. antalya altın portakal film festivalinden en iyi film ödülünü almış bir film iki dil bir bavul, filmden ziyade belgesel diyen de var, kabul edilebilir bir şey.

yeni atanmış emre öğretmen türkçe bilmeyen minik çocuklara okuma öğretmeye çalışır, annesiyle konuşurken şunu söyler "hiçbir şey yok anne ya, hiçbir şey!". gerçekten de hiçbir şey yoktur bulunduğu yerde.

fakat sarışın, tırnaklarının arası pis mis gibi çocuklar vardır, zilkif vardır. el ele tutuşmayı öğretir emre öğretmen, sonra sınıfa hadi el ele tutuşun der. türkçe bilmeyen çocuklar anlayamaz, ellerine ne yapacaklarına bakarlar.

dediğim gibi filmden ziyada gerçek bir hikayedir elbette iş böyle olunca insan sadece bir film olarak bakamıyor filme. ne diyeyim, şartlar herkes için iyi olur umarım bir gün.

bir de bayındırlık ve iskan bakanlığı, en iyi film müziğini vermiş bu filme fakat gelin görün ki filmin tek bir müziği yoktur.

shout

24 Mayıs 2010

otobüs


bol ödüllü bir film otobüs, sanıyorum ki 66 yapımıydı.

o zamanlar yasakçı zihniyet hayli revaçta olduğu için bu film de yasaklanan filmler arasına girmiş. biraz sert olduğunu kabul etmek lazım, biraz da gerçekdışı tabi ki. filmin konusu kandırılarak medeniyetin beşiği isveç'e bir otobüsle giden işçileri, otobüs şoförünün kandırıp paralarını çalarak uzaklaşması ve işçilerin kalakalmaları.

aşırı uçlar var dedim, hem isveç'teki insanların hayatlarını cinsel aşırılıklar üzerine indirgemesi hem de giden işçileri neredeyse bir insan gibi görmemesi.. bunlar gerçekten de aşırıya kaçılmış yerler. sadece bu filme bakanlar görmemişlikten plastik oyuncağı yiyecek sanan bir kafile ile, hayatı seks olarak gören isveçliler olarak görecektir elbette. işçiler otobüsün perdelerini çekerek dış dünyadan kendilerini soyutlarlar, geceleri çıkıp ihtiyaçlarını görürler fakat en sonunda gerçek dünya elbette onları yutar.

bir dipnot olarak filmin müzikleri zülfü livaneli'ye ait, ayrıca sessiz olarak izlense de kendisinden daha azını vermez, diyalog neredeyse yoktur.

21 Mayıs 2010

im juli


solda güneş yükseliyordu güneye giderken.


masmavi gözler içinde yitip kaybolunan film.

"
...
burada kalabilirdik.
bayern'de mi?
gökyüzü her yerde mavidir.
...
"

pandora'nın kutusu




kadıköy'ün ara sokaklarında denk gelmiştim afişine çok zamanlar önce. daha yeni izleyebildim, pandora'nın kutusundan bu kez alzheimer çıkıyor. yaşlı teyzemiz köyünde kayboluyor, çocukları bulup onu kente getiriyorlar ama o geri gitmek istiyor. torunu ise, ki yukarıdakidir, teyzenin çocuklarından olan dağıtmış gence özeniyor biraz ve fakat anneannesini köye götürmekten de geri kalmıyor, film gözünden damlayan bir damla yaş ile son buluyor. çok hoş bir film, gerçekçi en azından, diyaloglar öyle kasıntı değil, aradığımız da gerçekçilik herhalde artık, gördüğümüz çoğu şey gerçek değil çünkü. bir örnek;
"
...
- ee nerde şimdi?
- sizde
- napıyormuş bizde?
- halıya işedi
- helal olsun, ben de işiycem o halıya
- ben sıçıçam amına koyayım o halıya
...

"

19 Mayıs 2010

başka dilde aşk


tavsiye üzerine izledim başka dilde aşk'ı ve çok beğendim. küçük güzellikler bile bütünü güzel yapmaya yetiyor benim için bu-günlerde.

film kütüphanede çalışan onur'la -mert fırat- çağrı merkezinde çalışan zeynep'in -saadet aksoy, ki kendisi şark oyunları'nda da çok güzel oynamıştı- arasındaki aşkı konu ediyor. onur sağır ve dilsizdir ona rağmen -rağmen?- zeynep işaret dilini öğrenir onur için ve beraber olurlar. tahmin edebileceğimiz gibi bu toplum tarafından uygun görülmez. zeynep'in babası "biz senin neyini eksik ettik ki sen eksik bir adamla beraber oluyorsun?" der. onların eksikliğini dolduruyordur belki de kim bilir. zeynep çağrı merkezinde ağır şartlarda çalışmaktadır, onur da grafik tasarım okuduğu için insanların seslerini duyuracakları bir site tasarlar, bu eyleme döner ve göz altına alınırlar. oynanan bir oyun üzerine, oyun demekte bir sakınca yok sanırım, birbirlerinden ayrılırlar. bence ayrılmazlar, ceket bulunur elbet.

zeynep ve onur'un ilk tanıştıkları gece sevişmeleri, onur'un çıkarabildiği sesler karşısında zeynep'in sessiz kalması, düşüncelere dalması. biraz empati yaparsak, ki ne kadar yapsak az gelir sanırım, onur'un yaşantısını anlayabiliriz biraz. bu yüzdendir ki zeynep ve arkadaşları otururken ses gider, onur'un dünyasından bakarız birkaç dakika, bu bile sinirlerimizi bozar. onur zeynep'e louis aragon'un kitabını verir.


"
...


sana büyük bir sır söyleyeceğim korkuyorum senden
korkuyorum yanın sıra gidenden pencerelere doğru akşam üzeri
el kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden

sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları
ölmek daha kolaydır sevmekten
bundandır işte benim yaşama katlanmam
sevgilim

...


"

15 Mayıs 2010

soraya'yı taşlamak


dün gösterime girdi film, insanın içini parçalıyor.

dindar değil de dinci olanları anlamıyorum, hele hele şu şeriat saçmalığına inananlara diyecek söz bulamıyorum. hala daha iran rejimini isteyen androidlerle aynı havayı soluyoruz şu ülkede ya, hadi hayırlısı.

film çok etkileyici, kendimi sıkmaktan başım ağrıdı iki saat boyunca. hani filmdir bu deyip geçeriz ama öyle de değil tamamen gerçek bir hikaye bu yaşanan. soraya recm'e giderken ölümden korkmuyorum ama taşlanarak ölmek acı verici olmalı diyor. kızlarına sarılıyor. allah'a inandıklarını sanan beyin özürlüler -ki ne kadar çok var çevremizde- ise şeriat kanunlarını her zamanki gibi erkeklerin lehine kullanıp masum bir kızı meydanda taşlayarak öldürüyorlar, bedeninin yarısı yere gömülü olarak. ondört yaşında bir kızı almak isteyen soraya'nın eşi - burada eş çok manasız bir kelimeye dönüşüyor işte- soraya'dan kurtulmak için onun haşim ile yattığını yayar köyde, haşim de tehdit edilerek şahitler ayarlanır ve soraya kendi çocukları, babası, arkadaşları tarafından taşlanarak öldürülür. bedenine değen her taş gırtlağınızda bir yumruk olur gitmez.

bir erkek kadını hakkında bir iddiada bulunuyorsa kadın aksini ispatlamak zorunda, kadın erkek hakkında bir iddiada bulunuyorsa yine kadın bunu ispatlamak zorunda. tam aradığımız şey değil mi bu? erkekler bu düzeni beğenebilir, hayvandan farkımız yok o konuda da buna körü körüne bağlı kadınların olması durumu inanılmaz geliyor bana. bir insan nasıl bu kadar kör olabilir? din konusunda söylenecek çok şey var, girmemeye çalışıyorum.

atatürk'ü sevmiyorum humeyni'yi seviyorum diyen kıza acil şifalar diler, filmi izlemesini tavsiye ederim.

a single man

bu yıl film festivalinde de gösterildi a single man, uzaklardaydım yeni izleyebildim. her şeyden önce müziklerin hakkını vermemiz lazım, konulan plaklar, arkadan gelen fon müziği gerçekten çok güzeldi.

colin firth'in döktürdüğü film dersek de yanlış söylemiş olmayız, eşcinsel bir profesör 16 yıl birlikte yaşadığı sevgilisi jim'i bir trafik kazasında kaybeder, ki film böyle başlar. hayata küser adam, gün gelir julianne moore'la cin içtikten sonra, ki kendisi birlikte geleceklerinin olabileceğine inanmaktadır hala, jim ile tanıştığı bara gider. o barda vakti zamanında jim bahriyeli olarak askerliğini yapmakta olan jim'i görür. burası da bana manidar gelir şu günlerde. neyse tekrar bara gider ve okuldan bir öğrencisini görür, ki o öğrenci adresini bile asistanlardan almıştır. mavi gözlerine bakar, gece çıplak denize girerler. eve beraber dönerler, huzuru bulmuşken kalp krizi ve gidiş gerçekleşir.

colin firth julianne moore'a geçmişte yaşama artık der sürekli, oysa ki asıl geçmişte yaşayan kendisidir. kurtaramaz jim'den kendini, gerçi düşününce kurtarmasına da gerek olmaz aslında. moore dönüp living the past is my future der, bir yudum daha alır.

el secreto de sus ojos

arjantin-ispanyol yapımı bir film.

yer yer eğlenceli olduğu da oluyor. güzel kızımız birgün kimliği o zamanlar bilinmeyen birisi tarafından tecavüze uğrar ve akabinde yukarıdaki arkadaşlar bu bilinmeyeni çözmeye çalışır, davayı alırlar. ve bu bilinmeyen'in kıza platonik aşık olan ve bunu takıntı haline getiren okul arkadaşı olduğunu çözerler. tüm olaylar bundan sonra başlar.

kız evlidir, kocası yıkılır bu haberle. her gün farklı tren istasyonlarında şehire inen trenlere bakar, katili bulmaya çalışır fakat katil içeride yattıktan sonra devletin adamlarına çalışmaya başlar arkası güçlenir, silahlanır. filmin sonunda bu adamın ne hale geldiğini görür ve şaşırırız, burada söylemeyeyim tadı kaçar.

fakat davayı alan iki kişi arasında yaşan(a)mayan aşk bence filmin en vurucu yeridir. yanında kalmasını söyleyen kadına olamaz diyen adam gider. yıllar sonra bu tecavüz olayını romana çevirmek için yanına gider kadının ve kadın der ki;

neden o zaman beni de alıp yanında götürmedin?

ses gelmez, adam bir şey diyemez. kadın susar, bakar, bakar. ağzından dökülen sözcük ufak bir tebessümle şapşal'dır.

bir de ölen kızın eşi hatıraların zamanla silindiğini söyler, buna karşı savaşır. ve sorar aklımızda kalan sadece hatıralar mı yoksa hatıraların hatıraları mı?

13 Mayıs 2010

hakkari'de bir mevsim


hakkari de bir mevsim gibi, soğuk karanlık.

ferit edgü'nün tezer özlü'nün de desteğiyle yazdığı uzun bir şiir aslında bu kitap. bu şiirde sürgündeki bir öğretmenin  hakkari'ye gidip oradaki yaşamı, koşulları, dilleri öğrenmesi, çocukları sevmesi var. hastalıklar olur uzak köyde, çocuklar ölürler, öğretmenden medet umarlar, öğretmenin elinden bir şey gelmez. bir gece kapı çalınır, gelen alaaddin'dir ve şöyle olur;

"alaaddin geliyor. gece.

hoca, benim kardes hasta, diyor.
nesi var? diyorum.
atesi var çok, diyor. ölecek.
ilac vereyim mi? diyorum.
hayir, portakal ver, diyor.
portakal yememistir hic."


film berlin'den ödüllerle dönmüş ve farklı dillere de çevrilmiştir, dışarıda pek bulamıyoruz bunu, sağolsun gugıl bize yardımcı oluyor, vakti zamanında türkiye'de yasaklanan film burada .

04 Mayıs 2010

kosmos


reha erdem'in son filmi kosmos.

şimdiye kadar çekilmiş türk filmlerinden biraz daha farklı, daha bir fantastik yapısı var. insanların hastalıklarını iyileştirebilen ve dahi ölmüş birini hayata döndürebilen bir hırsız ve başına gelenler anlatılıyor. hırsız deyince kötü adamlar geliyor akla tabi ki fakat burada olay o değil. iyilik yapmak için hırsızlık yapan bir adam var -kosmos-, bilmediğimiz bir dilden konuşuyor. bilmediğimiz bir dilden konuşan bir tek o değil bir de neptün var, ki birbirlerini severler, çünkü birbirlerini anlarlar.

filmde iyi-kötü karşıtlığı vs. olaylarına girmeyeceğim bence en güzel yer, kosmos'a sorulan sen ne arıyorsun sorusuna aşk! diye cevap vermesidir. bu kadar basit işte, aşk!

bir de neptün ile kosmos'un odada birer kuşa dönüşüp uçtukları sahne vardır ki mükemmeldir. son zamanlarda türk sineması inanılmaz derecede güzel yapıtlar veriyor, bilmiyorum ben mi yeni fark ediyorum yoksa. yani yine keloğlan kara prens'e karşı muadili filmler yapılıyor elbet -ki bunlar kesinlikle sinema değil televizyon filmleri olmalı, ama bu bizim buralarda geçerli olmuyor- ama bunun yanında belki çok fazla para dönmeyen fakat çok da güzel olan bir sürü film ortaya çıkıyor. sanki yapısı şekilleniyor gibi sinemamızın, ne güzel de oluyor.

filmde rahatsız eden şeyler var beni, bu o patlamalar ya da kargaların sesleri -ki bilmem nedendir insanlar kargaları sevmezler- değil. konuşmalar filmin geri kalanına göre daha sessiz, insan anlamakta güçlük çekiyor bazen ve bal'da da olduğu gibi filmi seyirciden uzaklaştıran yerel dilin kullanılmamayışı kopukluk oluşturuyor. kahvedeki yaşlı yaşlı amcaların istanbul türkçesiyle konuşmaları hiç de inandırıcı gelmiyor, gerçek değil yapaylık göz önüne çıkıyor. bunu en güzel biçimde bize sunan nuri bilge ceylan sanırım, arada cümle kuramamalar,  takılmalar, yapılan yanlışlar.. bunlar hep günlük hayatta olan şeyler, daha fazlasını istemiyoruz. artık her şey zaten var, sadece o olan şeylerin nasıl anlatıldığı önemli bizim için.

son olarak filmdeki karga sesleri bir anda sentenced'in no one there'ini çağrıştırıyor, şarkıyı merak edenler için gelir; http://www.youtube.com/watch?v=mGtrNZwqpCY .

02 Mayıs 2010

alexa meade



87 doğumlu amerikanyalı ressam, fekat!

resimlerini tuval üzerine değil de gerçek kişiler üzerine çiziyor  ve ortaya inanılmaz "eser"ler çıkıyor. yaratıcılığın muazzam bir göstergesi. nasıl oluyor bu diyeceksiniz, şöyle ki;

http://www.alexameade.com/about.html

http://www.flickr.com/photos/alexameade/

ve hipopotamlar tanklarında haşlandılar



jack kerouac ve william burroughs'un birlikte yazdıkları kitap gerçek bir hikayeye dayanıyor. bir arkadaş topluluğunda platonik olarak kendi cinsine - ki bu size ne kadar yabancı değil mi?- aşık olan ramsay allen'ı öldüren phillip tourian'ın cinayetini konu alıyor. artık allen'ın ilgisinden bunalan phillip'in bir gece başbaşayken allen'ın alnına baltayı vurması ve apartmandan aşağıya atmasıyla hikaye bitiyor.

dediğimiz gibi hikaye gerçeklere dayanıyor, bu cinayeti sakladıkları için jack ve william gözaltına dahi alınmış. olay 1944 yılında gerçekleşiyor fakat bundan birkaç yıl öncesine kadar basılmamıştı, bunun nedeni de kitapta türk asıllı olarak kimliği saklanan phillip'in yani lucien carr'ın hala yaşıyor olması ve yaşarken bu hikayenin basılmasını istememesi. neyse lucien iki sene hapis yattıktan sonra paçayı kurtarmış bir şekilde. kitap ikili tarafından yazıldı dedik, iki kişinin gözünden görüyoruz dolayısıyla. mike ryko kısımlarını jack kerouac, will dennison kısımlarını ise william burroughs yazmış.

kısaca hikaye şöyle myke ryko phillip'i gemide çalışmaya ikna eder. bu süreçte parasızlık ve alkol içinde günler geçer, her gün başka yerlerde yatılır. bu arada ramsay'in phillip'e olan ilgisi iyice çekilmez hale gelir, bunun üzerine gemiye phillip'in yanında gitme ümitleri de ortaya çıkınca cinayet kaçınılmaz olur, mu?

şöyle de birkaç şey var aralardan çıkan;

"herkes sanatçı olmalı" diyordu phillip, "mutlak toplum tam bir sanatçı toplumu olmalıdır. sanatçı vatandaşlardan her biri kendi ruhsal çemberini tamamlamalıdır." s.31

"barmenlik günlerimde yaşadığım bir hissi, bir tımarhanedeki tek aklı başında insan olduğum hissini tekrar yaşamaya başladım. kendinizi üstün değil depresif ve ürkek hissettiriyor, çünkü iletişim kurabileceğiniz kimse olmuyor. o zaman eve gitmeye karar verdim.." s.73

- gemiye işçi seçen sendika ile ilgili ryko'nun söyledikleridir;

" "psikolojileri şu ki", dedim, " gemilere mümkün olduğunca çok sayıda kafası çalışan liberal binsin istiyorlar, dogmayı yaysınlar ve saf beyinsizleri işçi sınıfının sözcülerine dönüştürsünler diye. bize resmen "dogmayı yayın çocuklar" diyorlar."