27 Ekim 2009
baharda yine geliriz
barış bıçakçı'yla geç tanıştım, buna pişmanım.
bugün öykülerden gidiyoruz, yeni bırakım kitabı, sıcağı sıcağına bir şeyler yazayım. daha önce bizim büyük çaresizliğimiz'i okumuştum barış bıçakçı'nın, ki son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardandı.
farklı bir tarzı var bu adamın, öyle süslü cümleler yok ama o kadar çekici bir yalınlığı var ki anlatmak istediği her şeyi hissediyorsun, o sıradanlıkları. işte bu kitabı da onlardan oluşuyor, ufak ufak öyküler ve o öykülere dair şehir rehberleri, en azından ben öyle olmasını isterdim..
okumak isteyenler için, en sevdiklerimi yazayım; syf:35 balkon temizliği, syf:69 pastanede, syf:95 şehir rehberi, syf:97 süprüntü, syf:109 şehir rehberi..
bir de güzel bir kaç şey;
---ben tedirgin---(61)
berrin hanım eliyle gel işareti yapıyor.
"mükellef siz misiniz?" diye soruyor matbu bir kağıdı uzatırken.
"hayır" diyorum, "ben tedirgin".
---pastanede---(69)
"yıldızlar nasıldı?" diye sordu adam, kadının yardımına koştu. "geceleri ziyaretine geliyorlar mıydı?"
...
"hayır!" dedi kadın olanca yumuşaklığıyla. "ona değil sana söyledim...ben... yıllardır yalnızca seninle konuşuyorum."
gazze blues
dilimize yeni çevrilmiş etgar keret kitabı, daha öncesi nimrod çıldırışları idi, ve elbette yine avi pardo çevirisiyle elimizde.
henüz bitirdim, sanıyorum ki epey ilgi var, raflarda hayli rastlıyorum kitaba. israil'li etgar keret ile lübnan doğumlu samir el- youssef'in ortaklaşa çıkardıkları kitap bu, 2004 yılında çıkmış, biz daha yeni okuyabiliyoruz. iki kısımdan oluşuyor kitap, ilk kısımda etgar keret'in nimrod çıldırışları'nda da olan öyküleri dışında yeni öyküleri, ikinci kısımda ise samir el-youssef'un bir hikayesi var. etgar keret'i yine biliyoruz biraz ama ben diğer yazarla ilk defa tanıştım ve çok hoşuma gitti kırk sayfa nasıl bitti hiç bilmiyorum, çok güzel bir anlatım tarzı var.
okunması gerekiyor elbette, benim en çok hoşuma giden hikaye ise otuz beşinci sayfadaki borular oldu, uzun zamandır bu kadar kısa olmasına rağmen hoş bir öykü okumamıştım.
samir'in hikayesi canavarın susadığı gün'den bir alıntıyla bitireyim;
<<
hoşuma gitti aklımı kaçırmış olma fikri, hamlet'le çzdeşleştirdim kendimi: yürümek ya da yürümemek, buydu siktirici soru. bir şiir yazmaya karar verdim:
hamlet, asil ruh
gurur duy adınla,
ama, bu ülkede yaşıyor olsaydın
orospu çocuğunun teki olurdun,
devrimci bir pezevenk,
ya da siktirici bir barış savaşçısı!
>>
25 Ekim 2009
filmekimi
pek de iç açıcı olmayan bir organizasyondu.
şimdi iyi güzel filmler var fakat sorunlar da yok değil. özellikle altyazı olayı tam bir felaketti, filme gömülü olmayanlarda çoğu replik çevrilmemiş ve çevrilenlerde de 10-15 sn. kadar bir senkron kayması vardı, ki bu filmin izlenebilirliğini çok düşürdü.
galaların normal filmlerin 5 katı olması gibi bir saçmalığı tartışmayacağım ama en azından onlarda biraz daha özenli olabilirdi altyazı olayları, beyaz bant'ta bembeyaz sahnelerde beyaz altyazı olmamalıymış mesela. yani 3,5 tl'ye güzel filmler izlemek, yeni insanlarla tanışmak.. bunlar hep güzel şeyler ama biraz daha özenli olunabilirdi.
festivalde galalar haricinde en elle tutulur filmlere gelirsek bence şunlardı;
- gel porno çevirelim (humpday)
- londro nehri (london river)
- politeknik (polyechnique)
- cennet batıda (eden a l'ouest)
hazır yeri gelmişken emek sineması hakkında da birkaç şey söyleyeyim, orada film izlemek çok keyifli, reklamlarda ve boşluklarda tavanları seyretmek çok ayrı bir keyif veriyor, filmlerden alışığız ya nazi dönemi sinema salonlarına işte öyle..
biraz da müziklerden bahsetmek lazım sanırım, benim en sevdiklerim şark oyunlarının ve bir de moon'un müzikleriydi, ki yanılmıyorsam clint mansell'in imzasını taşıyordu. daha hatırlanabilir bir biçimde söylersek requiem for a dream ve the fountain'in eşsiz müziklerini yapan arkadaş idi kendisi.
filmler hakkında tek tek yorumları belki ilerde yaparız şimdilik bu kadar.
22 Ekim 2009
günlerin köpüğü
bir rüyadır, masaldır.
<<
bir nilüfer yaprağı
yüzüyor suyun üzerinde
ölüm hiçbir şeye benzemiyor.
>>
ilhan berk.
21 Ekim 2009
20 Ekim 2009
vengeance
bir johnnie to filmi deyip yorumlara geçeyim.
filmdeki asıl adamımızın yerinde aslında alain delon oynayacakmış ve fakat sonra vazgeçmiş, yönetmenin dediğine göre de onun yerine "çok erkeksi..gerçek bir idol" olan johnny hallday geçmiş, filmekimi'nin yalancısıyım.
konu şu, kızı ve torunları öldürülen elemanımız bunun intikamını almak için fransa'dan hong kong'a geliyor ve burada türlü adamlarla çalışıp intikamını alıyor. daha filmin hemen başında sizi sıkmayacağınızı anlıyorsunuz, hani henüz yerinizde bile tam oturmamışken bir pompalı tüfek sesiyle irkiliyorsunuz. müzikleri vs. güzeldi ama sonu gerçekten çok kötü, "cüneyt arkın filmleri gibi olmuş" eleştirisini yapmak istemiyorum ama mafya babasının etrafındaki otuz kişinin koca meydanda bir tek kişiden kaçması komik geldi bana.
ana konumuz intikam ve bunun getirdikleri/götürdükleri. johnny amcamızın kafasına önceden kurşun girdiğinden, ki eskiden kendisi profesyonel katildir-, hafızası gidebiliyor, ve olan her şeyi unuttuktan sonra sahildeki şu konuşma filmde verilmek istenen mesajı içeriyor, söylenmese daha güzel olurdu bence, tam hatırlayamasam da şu şekildeydi sanırım;
- her şeyi unutursak intikamın ne anlamı kalır?
- sence seçme şansı olsa unutmayı mı yoksa intikamı mı seçerdi?
- bilmiyorum, ama ben unutmadım!
13 Ekim 2009
looking for eric
bu sene film ekimi'nde galası yapılacak olan ken loach filmi.
film en başta nasıl karışık, nasıl pislik içinde olsa da sonunda her şey tatlıya bağlanıyor. eric var, eric cantona hayranı.. çaresiz bir durumda eric, sevdiği kızı terk etmiş, çocuğu çetede, hiçbir şey istediği gibi değil ve odasının her yerinde eric cantona'nın fotoğrafları var. birgün eric, cantona'nın karşısına geçip ona soru soruyor ve arkasından cantona ona cevap veriyor, eric arkasını dönüyor ve film boyunca kendine eşlik edecek olan cantona'yı görüyor.
filmde çok güzel sahneler var, trailer'da da olan sahnede eric, cantona'ya seni sadece bir insan olarak görmemiz garip değil mi? diyor ve cantona şunu diyor, 'I am not a man. I am Cantona".
benim en sevdiğim sahne, cantona'nın eric'e dans edelim ben kızım dediği ve eric'in beni yerlere yatırdığı sahne. film çok güzel, galaya 15 tl biçmeyen bir organizasyon olsa daha keyifli olabilirdi izlemesi. herkesin etkilendiği ünlü kişiler ya da durumlar olabiliyor sadece uygun olanı seçmek önemli sanırım. yani çoğu insan dizi izliyor saatlerce, oradaki karakterlerle ya da durumlarla kendi durumlarını özdeşleştiriyor ve bu kendi hayatında da kararlarını etkiliyor. kurtlar vadisi'ni seçmek yerine eric cantona'yı seçmek daha güzel gibi..
12 Ekim 2009
avi pardo
adını görüp bilmediğim kitabı aldıranlardan.
yaptığı iş sadece çevirmenlik mi emin değilim, tekrar hayat vermek diyelim, bukowski-fante ikilisinin tüm kitaplarını çevirmesinin yanında etgar keret'in nimrod çıldırışlarını da çevirmiş kendisi ama dediğim gibi yaptığına sadece çevirmenlik demek biraz haksızlık gibi geliyor bana.
bukowski'de de fante'de de zaten cümleler yeteri kadar tozlu iken bu hisleri bize direkt aktarabiliyor olmalarının sebebidir avi pardo, duymadığımız/bilmediğimiz kitabı alma sebebidir.
son olarak kitap yazmasını dilediğimdir. bu kadar.
yaptığı iş sadece çevirmenlik mi emin değilim, tekrar hayat vermek diyelim, bukowski-fante ikilisinin tüm kitaplarını çevirmesinin yanında etgar keret'in nimrod çıldırışlarını da çevirmiş kendisi ama dediğim gibi yaptığına sadece çevirmenlik demek biraz haksızlık gibi geliyor bana.
bukowski'de de fante'de de zaten cümleler yeteri kadar tozlu iken bu hisleri bize direkt aktarabiliyor olmalarının sebebidir avi pardo, duymadığımız/bilmediğimiz kitabı alma sebebidir.
son olarak kitap yazmasını dilediğimdir. bu kadar.
1933 berbat bir yıldı
muhteşem bir john fante kitabı daha.
bu adamda çok farklı bir şey var, o kadar içine sokuyor ki okuyanı, o kadar derinlemesine hissettiriyor ki durumları, her kitabına daha çok bağlanıyorum. tozlu tozlu.
bu kez fante arturo bandini değil, dominic molise. colorado'nun roper kasabasında henüz on yedisinde bir genç, babası taş örüyor, mevsim kışa döndüğünde de muhteşem oynadığı bilardo ile eve birkaç dolar getiriyor. bunun dışında mutsuz bir anne ve sürekli amerikan sistemini kötüleyen bir babaanne var evde, ve kardeşler. dominic beysbol oynuyor, bir atıcı, muhteşem bir sol kolu var, dominic'in kararlarına yön veren bir kol. elbette molise'nin hayali babası gibi taş örmek değil, çok ünlü bir beysbol oyuncusu olmak. buna ulaşıyor mu, ulaşamıyor mu tam olarak bilemiyoruz, kitap tam tamamlanmamış, ben yaptığını düşünüyorum.
birgün kenny, ki kendisi dominic'in en yakın arkadaşı, bir beysbol oyuncusu ve zengin bir ailenin çocuğu, dominic'e buralardan gidip chicago cubs'ta şansımızı denemeliyiz diyor ve bunun için 50 dolara ihtiyaçları olduğunu söylüyor. eve zaten giren üç beş dolarken bu para inanılmaz geliyor tabi ki dominic'e, para da isteyemiyor. aklına babasının külüstür ama işini gören karıştırıcısı geliyor, ki baba bununla rahatça taş örüyor. kenny'i kandırıp bunu çalmaya ve satmaya çalışıyor, tabi bu arada ilk kontratımla en yenisinden alacağım deyip kenny'i kandırıyor ama satamıyor tabi ki içi rahat etmiyor ki kenny de yarı yolda bırakıyor zaten dominic'i. karıştırıcıyı eve geri getirirken babası görüyor ve anlıyor satmaya çalıştığını, sert biri olmasına rağmen bir şey demiyor ve dominic'in ısrarcı hali nedeniyle ona dışarı pek vurmadan yardım etmeye çalışıyor. dışarı çıkıyor baba ve 25 dolarla eve geliyor, elimden gelen bu diyor.
dominic kalanını kenny'den istemeye karar veriyor, sonuçta bütün parayı istemeyeceğini düşünüp rahatlatıyor kendini fakat kenny'lere gidince babası evden kovuyor dominic'i. sokaklarda boş boş yürürken babasının karıştırıcısını bir arabacıda görüyor, yanına gidiyor, bunu almak istiyorum diyor, 20 dolar veririm, hayır diyor satıcı, 25 veririm diyor dominic, yine hayır cevabını alıyor, 40 veririm yeter ki sat diyor, cevap aynı. dominic karıştırıcıya sarılıyor, ağlıyor, öpüyor ve kitap şu sözlerle bitiyor;
sarılıp ağzımla öptüm ve ağladım babam için, bütün babalar için; oğullar için de, böyle bir zamandan hayatta oldukları için; ve kendim için, çünkü artık kaliforniya'ya gitmekten başka çarem yoktu; sözüme sahip çıkmak zorundaydım!
son olarak kenny'nin kız kardeşinden hoşlanan dominic'in şu diyalogu ile bitireyim -syf:69-
- kaç yaşındasın? diye sordu.
- yeterince yaşlı. yaşın önemi yok.
- on yedi önemlidir. on yedi yaşındasın değil mi?
- neredeyse on sekiz.
- konu açılmışken, sen kaç yaşındasın?
- yirmi üç.
- çok yaşlı sayılmaz.
- ne için çok yaşlı sayılmaz?
- yani, yaşlı bir kadın değilsin.
gülümsedi. senin için fazlasıyla yaşlıyım, dedi.
bir şey söylemedim ama aynı fikirde değildim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)